23 Ekim 2019 Çarşamba

Hangi üniversite?

"Hangi üniversite?" Dedi Celal. "Türkiye'de üniversite yok ki." Yine yapacağını yapmış, sansasyonel bir cümle kurmuştu. Öğrencilerin zihninden silinmeyecek bir cümle. Canlı yayında Türkiye'nin en önemli kurumlarından birinin olmadığını iddia etmişti. Kendi çalıştığı "üniversite" de dahildi buna. Şimdi Türkiye'nin bilumum üniversitesindeki insanlar alınıp kendisine tepki göstermeye kalkışacaktı. Kendi başlarına anlayamazlardı, açıklamak elzemdi.
"Üniversite, bilim üretilen yerdir." Dedi Celal bu açıklamanın yeterli olduğunu ima eden bir ses tonuyla. "Boğaziçi, Koç, İTÜ, ODTÜ bu okulların hiçbiri artık bilim insanı yetiştirmiyor. Kalitesiz bir meslek okulu seviyesindeler adeta. İçlerinde bir şeyler yapmaya çalışan proflar doçentler var ama bunlar sınırlı."
Üniversite öğrencileri beyninden vurulmuşa döndü. Ne demek üniversite yoktu? Bu adam kendini ne zannediyordu? Alt tarafı bir profesördü, böyle ileri geri konuşma hakkını kim veriyordu buna?
Tüm bu sorular bir şimşeğin ardından gelen gök gürültüsü gibi doldurdu zihinlerini. Bu öğrencilerden biri şimşeğin bir saniyeliğine gözler önüne serdiği resme baktı ve incelemeye koyuldu. Dediklerinde haklılık payı var mı merak ediyordu, bunu anlayabilmek için üniversitenin atasını incelemek istedi: Atina Okulu.
Platon, Sokrates'in idamının ardından uzun bir yolculuğa çıkmış; geri döndüğünde ise insanları eğitmek, felsefe konuşmak ve doğa bilimleri üzerinde çalışmak için bir Okul kurmuştu. Üniversitelerin atası olarak bilinen bu kurumun kapısına "geometri bilmeyen giremez" diye bilinen ama aslı "bildiğini sorgulayamayan giremez" olan cümle yazılmıştı. Dersler tartışma yöntemiyle veriliyordu. Her öğretmen bir öğrenci her öğrenci ise bir öğretmendi. Her bilgi sorgulanabilir, her bilgi değişebilirdi. Platon'un kurduğu Atina Okulu ile kendi üniversitesini karşılaştırdı.
Sorgulamak... Sorgulamak artık çok uzak bir kavramdı. 400 kişilik amfiye 600 kişi sığmaya çalışmalarını, kapıda kaldığı için derse giremeyen arkadaşlarını düşündü. Çoğu hoca kalabalık olduğu için soru kabul etmiyordu bile. Sözde yüzde yüz İngilizce olan eğitim öğrenciler için (!) Türkçe anlatılıyordu. Laboratuvarda yapılan deneyler bile müfredatı uygulamak içindi. Hazır bilgiyi öğrencinin beynine sokma kültürü devam ediyordu. Sinirlendi. Lisede hayal ettiği o büyük, güzel üniversite lisenin bir kopyasıydı ve bu üniversite Türkiye'nin en iyilerinden biriydi!
Belki sadece sistem sorunluydu ve önemli olan bu değildi. Hala ülkenin en iyi öğrencileri orayı tercih ediyordu. İdealist, bilim üretme amacında gelen insanlar olacaktı illa ki. Derken kendi arkadaşlarını gözden geçirdi. Öğretmenlikten mühendisliğe kadar hangi bölümden olursa olsun hedefleri özel sektörde, büyüük bir şirkette yüksek pozisyonlarda çalışmaktı. Bir koltuğun hayaliyle yapmışlardı tercihlerini. Nerede olduğu önemsizdi, yüksek bir koltuk, büyük bir masa kafi idi. Ego mastürbasyonundan başka bir şey değildi bu. İlk ders profesör "akademisyen olmak isteyen var mı?" Diye sormuştu. Bir tane bile el kalkmamıştı havaya. Öğrenciler hedeflerini anlattı, çoğu diploma alacağı alanda çalışmayı düşünmüyordu. CV'lerine üniversite mezunu yazabilmek, bin lira daha fazla maaş alabilmek için gelmişlerdi üniversiteye.
Üniversitenin var olma amacının meslek erbabı yetiştirmek değil; bilim insanları, uzmanlar yetiştirmek olduğunun farkında değillerdi.

Kendisi de farksızdı. Nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Sürükleneceği bir nehir seçebilmişti kendine, akıntı onu nereye götürecek hiçbir fikri yoktu. Kıyıya yüzebilir miydi? Belki. Peki yüzmek istiyor muydu?
Hiçbir fikri yoktu.

Nehrin dışında ne var bilmiyordu. Akıntının kendisini bir yere götüreceğinden emindi. Yolun sonunda kayalıklara da çarpabilirdi, istediğinin bile farkına varmadığı bir kıyıda da bulabilirdi kendini. Yüzmeye devam etmeliydi. Dışarıdaki dünya yozlaşmıştı, hastalıklıydı. Orada var olabilmenin yolu şu anda çırpındığı nehirden geçiyordu. Gerçi üniversitenin onları bu hastalıklı yaşamdan koruduğu falan yoktu. Yozlaşma üniversitelerin de etrafını sarmıştı.
Mesela artık rektörler seçilmiyor, makam sahipleri tarafından atanıyordu. 15. Yüzyılda bile bazı üniversitelerin rektörleri öğrenciler tarafından seçiliyordu. Öğrenciler nation denilen 4 ayrı gruba ayrılıyor ve bunların liderleri rektör yanında yönetime katılıyordu. Asıl yönetim psikoposluğun gönderdiği Kançı denen kişilere ait olmasına rağmen öğrencilerin yönetimdeki payı şimdiye göre daha fazlaydı.
Üniversiteler boş binalardan ibaret değillerdi. Köklü üniversiteler kültürleriyle var olurlardı. Ruhları vardı, kapısından girdiğiniz anda hissederdiniz o ruhu. Şimdi ise durum farklıydı, var olduğunu bilseniz de hissetmek artık o kadar kolay değildi. Bir ürperti geçerdi belki içinizden, ruh emicilerin ulaşamayacağı kırıntılar vuku bulurdu kalbinizde.
Bu ruhu emmek için tüm güçleriyle çalışan yeni yönetimlerin nedense artık hiçbir şeye "bütçesi" de yoktu. Kampüsler arası arabalar iptal ediliyor, etkinlikler yasaklanıyor, kampüs içerisindeki esnaftan daha fazla para alabilmek için kırk takla atılıyordu. ODTÜ'de Bahar Şenlikleri "bütçe sıkıntısı" nedeniyle iptal edilmeye çalışılmış, bağışlar toplanıp gönüllü sanatçılar toplanınca ise DEVRİM stadı ellerinden alınmaya çalışılmıştı. Bunlar üniversitelerin son çırpınışlarıydı, hissediyordu. Öğrencilerin kalpleri üniversitelerin ruhlarını beslemeye çalışsa da can çekişiyordu üniversiteler. Kurtarmak gerekiyordu, ellerindeki her şeyle vursalar da, yok etmeye çalışsalar kurtarmak gerekiyordu. Ne olursa olsun o ruh korunmalı, yozlaşmış düşünceler kovulmalıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Modern İnsanın Yaşam Sevgisi

Modern insanın en büyük uğraşıdır hayatı sevmek, sevmek için nedenler bulmaya çalışmak. Hayatı sevmek için yıllarca okula gider, iş edinir, ...