27 Ekim 2019 Pazar

Evlilik batağı

24.08.2019
Furkan Usak'tan üşenmeyip okuyacak olan herkese;
İyilikler.
Bu noktaya kadar okumaya devam edebilen herkese merhaba! Seni tebrik ederim, takipçilerimin %90ından daha fazla okudun. Uzun zamandır hakkında tartışmak istediğim ancak bir türlü fırsatını bulamadığım bir konudan bahsetmek istiyorum sizlere. Bugün yazmak gibi bir planım yoktu aslında ama sabah haberini aldığım elem olay beni tekrar kalemle buluşturdu. Konu hakkında çok yazılıp çizildi, sorunlar ve çözümler hakkında çokça konuşuldu. Ben, kalplerimizi yakan #eminebulut cinayetinden değil evlilik müessesesi dediğimiz  "batak"tan bahsetmek istiyorum sizlere. Sen kimsin? Kaç kere evlendin de bunları yazmayı kendine reva gördün diyor olabilirsiniz, diyin hakkınızdır. Hiç evlenmedim, nişanlanmadım, hatta hiç aşık olmadığımı söylersem yalan söylemiş olmayacağım! Fakat sevdim, sevildim. Sevenleri, sevilenleri gördüm. Binlerce insan tanıdım, onlarca evliliği inceleme şansım oldu. Ondandır ki bu konuda bir iki kelam etmeyi kendime hak görüyorum.
Evlilik hakkında yapılmış tanımlarla başlamak kanımca doğru olacaktır. Dünyanın en çok okunan ansiklopedilerinden biri olan, kullanıcı editörlüğünde düzenlenen Vikipedi'de evlilik, "iki kişinin aile kurmak üzere kanunların uygun gördüğü şekilde, ruhen ve bedenen bir ömür boyu sürecek şekilde bir araya gelmesidir." şeklinde tanımlanmış. Bir farklılık olsun, sondan başa doğru inceleyelim.
Ruhen ve bedenen bir ömür boyu sürecek şekilde bir araya gelmesidir mi? Evlilik insanın hayatında bir kere yapacağı bir şey midir? Evliliklerin sonu ile insanın ömrünün sonu çakışmalı mıdır? İnsanların 20li yaşlarında verdiği bir kararın tüm hayatını etkilemesi gerektiği görüşü ne kadar doğrudur? Şu anda insanlar boşanabilse de eskiden boşanmanın dinen yasak olduğunu ve 1500lerin başında Fransa kralının Papa'dan boşanma izni alabilmek için İtalya'yı işgale geldiğini de unutmayalım.
"Evlilik iki kişinin aile kurmak üzere kanunların uygun gördüğü şekilde"
İki bağımsız bireyin aile kurmak, aynı yatakta uyuyabilmek için kanunların (devletin) iznini alması ne kadar mantıklıdır? İki bireyin arasındaki ilişkinin tüzel bir kişilik tarafından onaylanmış olması ilişkinin tarafları üzerinde baskı yaratmaz mı? Çocuk yapma, boşanma vb konulardaki toplum baskısından bahsetmeye gerek görmüyorum bile.
Ne diyordum? Evet, çok fazla evliliği inceleme şansım oldu. Ben şanslıydım arkadaşlar, belki de her 10 çocuğun 8inden daha şanslıydım. Neden mi? Birbirleriyle geçirdikleri zamandan nefret etmeyen, kaliteli zaman geçirebilen ebeveynlere sahiptim. Yıllar boyu gördüğüm kadarıyla da, bu özellik pek sık rastlanan bir özellik değildi. Hiç anlamıyordum. Bir insan beraber zaman geçirirken mutlu olmadığı biriyle neden evlenirdi? Eve girip eşinin yüzünü gördüğünde yüzünde mutluluğun kırıntısı oluşmuyorsa, evliliğini sürdürmenin mantığı nedir ki? Kadın hep misafirlikte, erkek hep kahvedeyse bu evlilik neden sürüyordu? Bu düşüncelerle boğuştuğum günlerin birinde "elalem ne der?" ile tanıştım.
Mutsuz ilerleyen bir evlilik boşanma ile sonuçlansa kadın evde tek başına kalabilir miydi? "Dul" iken sürekli arkasından laf söz olmaz mıydı? Hayatını bir ev hanımı olarak geçirmiş ise iş bulabilir miydi? Kocası boşanmak istiyor muydu ki? Başına bela olur muydu?
Peki ya erkek ne yapardı? Erkek pek bir şey yapmazdı aslında. Kimse onun arkasından konuşmazdı. Kadın "dul" olurken erkek "bekar" olurdu, "sahalara dönmüş" olurdu. Bir şey değişecekse ilk değişecek olan insanların dili olmalıydı.

Neden evleniyorduk peki? Aşık olduğumuz için mi? Tamam, peki aşık olunca evlenmeden olmuyor muydu? Aile mi kurmak istiyorsun? Tamam, peki devlet tamam demeden aile kuramayacak mıydık? Gerçekten bir belediye binasında, belediye başkanından aldığı yetkiye dayanarak bizi karı koca ilan eden biri olmazsa ben ailemi kuramaz mıydım? Ya iki insanın ilişkisinin gelebileceği son nokta "sevgili" olsaydı? Sonuçta onlar birbirini seven iki insan değil miydi? Sevgiliden iyi hangi isim anlatabilirdi ki onları? Birbirini seven iki insan statüsünden çıktıları anda da artık sevgili olmazlardı. Ne kadar kolay olurdu ama! Ne bir memurun boşandığına karar vermesine gerek kalırdı ne de "kaç kere evlendin" gibi münasebetsiz soruları cevaplamaya. Sevgilisi olan biri "aklın varsa kimseyle sevgili olma oğlum" demezdi de herhalde. Ayrılmak için izin alması gerekmez, ne devlete ne topluma hesap vermesi gerekmezdi. Belki de değişmesi gereken ikinci şey, birini sevmek için izin almaktı.

Karşısındakine sevgisini göstermek için "sen benimsin" diyen insanlar görmüştüm. Bir insan başka birinin olabilir miydi? Peki şef, kölelik kalkmamış mıydı? Karşısındakine "sonsuza kadar sen benimsin ben de senin" diyen zihniyet ayrılma durumuna nasıl tepki verirdi? "Hayatın boyunca elini tutan tek kişi ben olacağım, söz ver bana!" Diyen bir insanın ayrılık haline vereceği tepkiyi ölçebilir miydik? Karşısındakinin duyguları ve düşünceleri olan bir birey olduğunun farkında olmayan ve hayatın akışına gözlerini kapayan biri hastalıklı değil miydi? Karar verilmişti, değişmesi gereken üçüncü şey zihniyetti.

"O kadar düğün yaptık oğlum! 500 kişi çağırdık nişan yaptık. Nasıl ayrılıyorum ben diyeyim? O kadar para harcatmış, zahmet vermişken ailemin karşısına geçip nasıl bitti diyeyim? Zaten 2. evliliğim, sokakta nasıl gezerim?" diyen bir abiyle karşılaşmıştım bir zamanlar. Sırf evleniyorlar diye niye kendilerini aşan masraflar yapmışlar, ilişkilerini başka insanlara bağlamışlardı? Artık devam etmek istemiyorlarsa aileye ya da o nişana gelen 500 kişiye neydi ki! Onun yürümeyen ilişkisi sokakta yürümesine neden mani oluyordu? Akşam evlerinde otururken komşusunun abiye bir soru sorduğuna şahit olmuştum. Çocuk ne zaman? diyordu komşu. Yapacakları çocuk abiyi ve eşini ilgilendirmez miydi? Komşunun sorduğu ne münasebetsiz bir soruydu böyle? Bir karar daha vermiştim, iki bireyin arasındaki ilişki sadece birbirini seven o iki insanı ilgilendirmeliydi. Değişmesi gereken dördüncü şey ise toplumdu.

Değişmesini istediklerimin değiştiği bir dünyada acaba hala "aklın varsa evlenme!" umudunu duyar mıydım? Sanırım asla öğrenemeyecektim. Gözlerimi kapadım, uykuya dalmak üzereydim.

25 Ekim 2019 Cuma

İlk Aşk


Her gün, her saniye hayatı erteliyoruz. Hiçbir önemi olmayan küçük şeyler için yaşayabileceğimiz onca güzel şeyi çöpe atıyoruz. Bazen hayatımızın kontrolünü elimizden kaçırıp direksiyonu stres ve kaygının kaygan ellerine teslim ediyoruz. Peki siz hiç hayatı ertelediniz mi? Ben erteledim.
‌Çocuktum, 8 yaşındaydım. Bir kız vardı sevdiğim, adı Elifnaz. Sıra arkadaşıydık Elifnaz ile. Dersi beraber dinler, öğretmen soru sorduğunda ilk kim çözüp çiçek olacak diye yarışırdık.
‌ Matematiği çok iyi değildi Elifnaz'ın, çiçek olamazdı bazen. Yalnız hissedip üzülmesin diye ben de soruyu çözememiş gibi yapar öğretmenimizin çözmesini beklerdim. Turuncu beyaz bir sıra örtümüz vardı Elifnaz ile, her hafta birimiz evine götürür yıkar getirirdi. Elifnaz hiç unutmazdı yıkamayı. Ben onun kadar sorumluluk sahibi değildim; bazen çantamda unuturdum sıra örtümüzü, pazartesi günü pis pis geri getirirdim. Sınıfa girip Elifnaz'ı görünce bir anda aklıma gelirdi unuttuğum, önemli bir işim çıkmış gibi başlardım koşmaya. Hemen kantine gider, öğle yemeği paramla bir paket ıslak mendil bir paket de selpak alır başlardım temizlemeye örtüyü. Islak mendillerin birkaç tanesinin deterjanını örtünün üstüne sıkar peçetelerle kurulardım ki deterjan kokusu yayılsın da  yıkanmış gibi olsun. Ders başlamadan sınıfa yetişir sererdim örtüyü. Hiç sevmezdi Elifnaz örtünün kirli olmasını, anlıyordu unuttuğumu ama sesini çıkarmıyordu. O akşam örtüyü tekrar eve götürür, annemden yıkamasını rica ederdim. İlkokul aşkı derler ya, onu kelimesi kelimesine yaşıyorduk işte.
Televizyon izlemeyi severdim o zamanlar, çiftlerin yemeğe çıktığını görüyordum sürekli. Annemin yanına gittim. "Anne" dedim. "Bana iki haftalık harçlığımı şimdi versen olur mu?" "Neden?" dedi annem. Başta utandım, söylemek istemedim ama annemin ısrarına dayanamadım. "Elifnaz'ı yemeğe çıkarıcam!" dedim biraz utangaç biraz da ürkek bir sesle. Annem gülmeye başladı. Onun gülmesi beni sinirlendiriyordu. Küçümsenmiş hissediyordum. Annem bozulduğumu fark etmiş olacak ki tutup kendine çekti beni, sarıldı. İki yanağıma birer öpücük kondurdu. "Tamam annecim Elifnaz'la konuş o da annesinden izin alsın ben sana para veririm." dedi. Çok mutlu olmuştum. Hayalim gerçek olacaktı. Elifnaz'la beraber yemek yiyecektik, aynı büyük sevgililer gibi! Küçük bir şehirde yaşıyorduk, bildiğim en lüks yer tatlı bir pideciydi. Oraya giderdik herhalde. Ailesi de izin verirdi herhalde, neden vermesin ki zaten? Sonraki sabah Elifnaz'ın yanına koşarken buldum kendimi. Koridorda durdurdum küçük sevgilimi, nefes nefese anlatmaya başladım planımı. Cuma günü öğle yemeğinde yemek yemeyecek, arka bahçeye gidecek, diktiğimiz meyve tohumlarını sulayacak, birbirimizin ahbaplığının keyfini çıkaracaktık. Okul çıkışında ailemiz biri pideciye bırakacaktı, biz de romantik bir akşam yemeği yiyecektik.
Elifnaz planıma bayılmıştı. Zaten sene sonu gelmek üzereydi, aramıza uzuuun bir yaz tatili gireceği için ikimiz de çok hüzünlüydük. Elifnaz küçük bir değişiklik yapmak istiyordu planda: yemeğe bu cuma değil sonraki cuma gitmeyi öneriyordu. Sınavlarımız başlıyordu çünkü, hayat bilgisi sınavı ikimiz için de çok önemliydi. Elifnaz'ın ne kadar stresli olduğunu bildiğim için önerisini kabul ettim, sonuçta bir hafta ertelemek büyük bir sorun değildi.
Sınavlarımız geçti, perşembe günü geldi çattı. Elifnaz ailesinden izin almış, planım harekete geçmişti. Gece boyu heyecandan yatağımda döndüm durdum, elim ayağıma dolaşıyordu!
Cuma sabahı sınıfın kapısından girdim, Elifnaz henüz gelmemişti. Şaşırdım, her gün benden en az yirmi dakika erken gelen minik sevgilim bu kadar önemli bir günde geç kalıyordu. Endişelenmeden edemedim. Birinci ders başlamak üzereydi, Elifnaz hala yoktu. Yüzüm düşmüştü, sıra arkadaşımın yeri bomboştu.
Tenefüste dışarı çıkmadım; belki geç kalmıştır, ikinci derse yetişir diyordum. Elifnaz gelmedi.
Öğle yemeği saati geldiğinde gozlerim doluydu, planımıza sadık kaldım. Yemek yemeyecektim. Arka bahçeye çıktım, beraber diktiğimiz erik ağacını, ağaç demeye bin şahit istiyordu, sulamaya koyuldum. Elifnaz'ın arkadaşlığının keyfini çıkartacağım yerde kendi yalnızlığımda boğuluyordum. Ağlamaya başladım. burnum tıkanana, gözlerim acıyana kadar ağladım. Ağzımdan nefes almaya çalışırken gözyaşlarım ağzıma giriyordu. Neden gelmemişti? Kesin bir şey olmuştu. Elifnaz gelmemezlik yapmazdı. Öğretmene sormuştum, bilmiyordu. Tenefüste babasını aramıştı öğretmenim, adam telefonunu açmıyordu.
Öğle yemeğinin bittiğini haber veren zil ile kendime geldim. Tuvalete gittim, yüzümü yıkadıktan sonra derse geri döndüm. Öğleden sonraki iki dersi donuk gözlerle izledim. Sürekli Elifnaz'ın boş yerine kayıyordu gözlerim. Oradaki varlığına, ben ona baktığımda bana dönüp gülümsemesine çok alışmıştım.
Ders bitti. Herkes yavaş yavaş gidiyordu. Ben sıramdan kalkmamakta ısrarcıydım. Durumu az çok anlayan öğretmenim beni yarım saat boyunca eve gitmem için ısrar etmeye çalıştı. Çabaları boşa çıkınca babamı aradı, babamın uzun uğraşları sonucunda sıramdan kalktım.
Bana iki yıl gibi gelen iki günlük haftasonu tatilinin ardından pazartesi sabahı tekrar okula gittim. Sınıfa girdiğimde Elifnaz'ın olması gereken yerin yine boş olduğunu gördüm. Öğretmenim sınıfa biraz erken gelip beni yanına çekti. Elifnaz kızamık olmuştu, neyse ki ciddi bir şey değildi ama son iki hafta okula gelemeyecekti. Kötü bir şey olmadığı için rahatlamıştım ama üç aylık tatile girerken veda edemeyeceğim için de çok üzgündüm. Neyse dedim, okul başlayınca yine beraberdik nasıl olsa.
Yaz tatili başladı, aradan biraz zaman geçti. Annem ve babam beni konuşmaya çağırdı. "Tayin" diye bir şeyden bahsettiler. İstemişlerdi bu "tayin"i, o da çıkmıştı! Tayinlerinin çıkmasının ne demek olduğunu sordum. Görev yerlerinin değiştiğini, dolayısıyla taşımamız gerektiğini söylediler. Dünyam başıma yıkıldı. Hem kendime, hem de aileme zehir ettim tüm tatili. Ne yaptıysam sonucu değiştirmedim, mümkün de değildi zaten. Okul başlamadan taşındık; farklı bir şehirde, yeni bir hayata başladık. O Perşembe gününden sonra da Elifnaz'ı bir daha hiç görmedim.

23 Ekim 2019 Çarşamba

Hangi üniversite?

"Hangi üniversite?" Dedi Celal. "Türkiye'de üniversite yok ki." Yine yapacağını yapmış, sansasyonel bir cümle kurmuştu. Öğrencilerin zihninden silinmeyecek bir cümle. Canlı yayında Türkiye'nin en önemli kurumlarından birinin olmadığını iddia etmişti. Kendi çalıştığı "üniversite" de dahildi buna. Şimdi Türkiye'nin bilumum üniversitesindeki insanlar alınıp kendisine tepki göstermeye kalkışacaktı. Kendi başlarına anlayamazlardı, açıklamak elzemdi.
"Üniversite, bilim üretilen yerdir." Dedi Celal bu açıklamanın yeterli olduğunu ima eden bir ses tonuyla. "Boğaziçi, Koç, İTÜ, ODTÜ bu okulların hiçbiri artık bilim insanı yetiştirmiyor. Kalitesiz bir meslek okulu seviyesindeler adeta. İçlerinde bir şeyler yapmaya çalışan proflar doçentler var ama bunlar sınırlı."
Üniversite öğrencileri beyninden vurulmuşa döndü. Ne demek üniversite yoktu? Bu adam kendini ne zannediyordu? Alt tarafı bir profesördü, böyle ileri geri konuşma hakkını kim veriyordu buna?
Tüm bu sorular bir şimşeğin ardından gelen gök gürültüsü gibi doldurdu zihinlerini. Bu öğrencilerden biri şimşeğin bir saniyeliğine gözler önüne serdiği resme baktı ve incelemeye koyuldu. Dediklerinde haklılık payı var mı merak ediyordu, bunu anlayabilmek için üniversitenin atasını incelemek istedi: Atina Okulu.
Platon, Sokrates'in idamının ardından uzun bir yolculuğa çıkmış; geri döndüğünde ise insanları eğitmek, felsefe konuşmak ve doğa bilimleri üzerinde çalışmak için bir Okul kurmuştu. Üniversitelerin atası olarak bilinen bu kurumun kapısına "geometri bilmeyen giremez" diye bilinen ama aslı "bildiğini sorgulayamayan giremez" olan cümle yazılmıştı. Dersler tartışma yöntemiyle veriliyordu. Her öğretmen bir öğrenci her öğrenci ise bir öğretmendi. Her bilgi sorgulanabilir, her bilgi değişebilirdi. Platon'un kurduğu Atina Okulu ile kendi üniversitesini karşılaştırdı.
Sorgulamak... Sorgulamak artık çok uzak bir kavramdı. 400 kişilik amfiye 600 kişi sığmaya çalışmalarını, kapıda kaldığı için derse giremeyen arkadaşlarını düşündü. Çoğu hoca kalabalık olduğu için soru kabul etmiyordu bile. Sözde yüzde yüz İngilizce olan eğitim öğrenciler için (!) Türkçe anlatılıyordu. Laboratuvarda yapılan deneyler bile müfredatı uygulamak içindi. Hazır bilgiyi öğrencinin beynine sokma kültürü devam ediyordu. Sinirlendi. Lisede hayal ettiği o büyük, güzel üniversite lisenin bir kopyasıydı ve bu üniversite Türkiye'nin en iyilerinden biriydi!
Belki sadece sistem sorunluydu ve önemli olan bu değildi. Hala ülkenin en iyi öğrencileri orayı tercih ediyordu. İdealist, bilim üretme amacında gelen insanlar olacaktı illa ki. Derken kendi arkadaşlarını gözden geçirdi. Öğretmenlikten mühendisliğe kadar hangi bölümden olursa olsun hedefleri özel sektörde, büyüük bir şirkette yüksek pozisyonlarda çalışmaktı. Bir koltuğun hayaliyle yapmışlardı tercihlerini. Nerede olduğu önemsizdi, yüksek bir koltuk, büyük bir masa kafi idi. Ego mastürbasyonundan başka bir şey değildi bu. İlk ders profesör "akademisyen olmak isteyen var mı?" Diye sormuştu. Bir tane bile el kalkmamıştı havaya. Öğrenciler hedeflerini anlattı, çoğu diploma alacağı alanda çalışmayı düşünmüyordu. CV'lerine üniversite mezunu yazabilmek, bin lira daha fazla maaş alabilmek için gelmişlerdi üniversiteye.
Üniversitenin var olma amacının meslek erbabı yetiştirmek değil; bilim insanları, uzmanlar yetiştirmek olduğunun farkında değillerdi.

Kendisi de farksızdı. Nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Sürükleneceği bir nehir seçebilmişti kendine, akıntı onu nereye götürecek hiçbir fikri yoktu. Kıyıya yüzebilir miydi? Belki. Peki yüzmek istiyor muydu?
Hiçbir fikri yoktu.

Nehrin dışında ne var bilmiyordu. Akıntının kendisini bir yere götüreceğinden emindi. Yolun sonunda kayalıklara da çarpabilirdi, istediğinin bile farkına varmadığı bir kıyıda da bulabilirdi kendini. Yüzmeye devam etmeliydi. Dışarıdaki dünya yozlaşmıştı, hastalıklıydı. Orada var olabilmenin yolu şu anda çırpındığı nehirden geçiyordu. Gerçi üniversitenin onları bu hastalıklı yaşamdan koruduğu falan yoktu. Yozlaşma üniversitelerin de etrafını sarmıştı.
Mesela artık rektörler seçilmiyor, makam sahipleri tarafından atanıyordu. 15. Yüzyılda bile bazı üniversitelerin rektörleri öğrenciler tarafından seçiliyordu. Öğrenciler nation denilen 4 ayrı gruba ayrılıyor ve bunların liderleri rektör yanında yönetime katılıyordu. Asıl yönetim psikoposluğun gönderdiği Kançı denen kişilere ait olmasına rağmen öğrencilerin yönetimdeki payı şimdiye göre daha fazlaydı.
Üniversiteler boş binalardan ibaret değillerdi. Köklü üniversiteler kültürleriyle var olurlardı. Ruhları vardı, kapısından girdiğiniz anda hissederdiniz o ruhu. Şimdi ise durum farklıydı, var olduğunu bilseniz de hissetmek artık o kadar kolay değildi. Bir ürperti geçerdi belki içinizden, ruh emicilerin ulaşamayacağı kırıntılar vuku bulurdu kalbinizde.
Bu ruhu emmek için tüm güçleriyle çalışan yeni yönetimlerin nedense artık hiçbir şeye "bütçesi" de yoktu. Kampüsler arası arabalar iptal ediliyor, etkinlikler yasaklanıyor, kampüs içerisindeki esnaftan daha fazla para alabilmek için kırk takla atılıyordu. ODTÜ'de Bahar Şenlikleri "bütçe sıkıntısı" nedeniyle iptal edilmeye çalışılmış, bağışlar toplanıp gönüllü sanatçılar toplanınca ise DEVRİM stadı ellerinden alınmaya çalışılmıştı. Bunlar üniversitelerin son çırpınışlarıydı, hissediyordu. Öğrencilerin kalpleri üniversitelerin ruhlarını beslemeye çalışsa da can çekişiyordu üniversiteler. Kurtarmak gerekiyordu, ellerindeki her şeyle vursalar da, yok etmeye çalışsalar kurtarmak gerekiyordu. Ne olursa olsun o ruh korunmalı, yozlaşmış düşünceler kovulmalıydı.

Virüs


Hayal et, saat gece dört. Sisli bir gece, dışardasın. Tabiri caizse sokaklarda in cin top atıyor. Seni ne gören ne de duyan var. Huzurlu bir gece mi bu şahit olduğun? Yoksa kasvetli mi? Bu sorunun doğru bir cevabı yok. Her biriniz farklı yanıtlar vereceksiniz bana. Kiminiz o sokakta attığı her adımda gerilecek, bitmeyen bir gecenin kucağında esir olduğunu düşünecekken kiminiz ise kulağında kulaklıkları ile gecenin ve yalnızlığının tadını çıkartacak.
Bebeklerin zihinleri gerçekten çok ilginç ve insan zihninin sırlarının keşfedilmesinde büyük önem taşıyor. Mesela bebekler gördüklerinin haricinde bir varlığı kavrayamadıkları için annelerini göremedikleri anda annesinin yok olduğunu düşünüyor ve üzülüp ağlamaya başlıyorlarmış. Peki, bu bilginin konumuzla ne alakası var? Çok basit. Ya gerçekten de göremediğimiz insanlar var olmasaydı?
Hayal et, aynı ıssız ve sessiz gecede yürüyorsun. Korkarken ya da eğlenirken motivasyonun neydi bilmiyorum, önemli de değil. Merak ediyorum, eğer o sokağın ıssızlığının kaynağı saatin gecenin dördü olması değil de o sokakta kimsenin yaşamaması olsaydı tepkin aynı kalır mıydı? Yürürken hafif hafif dans etmeye devam edebilir miydin ya da aynı korku her adımında benliğini kemirir miydi? Eğer o sokağın sonu başka bir canlıya çıkmasaydı o sokağın sonuna gitmeye gerek kalır mıydı?
Aristo iki bin yıl önce insanların zihnine kazınacak bir cümle kurdu. “İnsan sosyal bir hayvandır.” Ben bu cümleyi kendime göre yorumlarsam cümlenin son hali “İnsan var olmaya çalışan bir hayvandır.” olacaktır. Peki, “var olmak” dediğimiz kavram ne anlama geliyor? Zaten hepimiz fiziksel bir bedene sahip değil miyiz? Hayır, hayır, var olmaktan kastım o değil. Var olmaktan kastım bir birey olarak var olmak. Herhangi bir insan olarak değil de Furkan Usak olarak var olmak. Peki, Furkan Usak kimdir? Bu iki birbirinden bağımsız kelimenin size anlattığı tek bir şey var, o da benim. Ben var olmaya çalışan bir insanım. Sizin zihinlerinizde var olmaya çalışıyorum. Sizin zihinlerinizdeki Furkan Usak’ın benim istediğim Furkan Usak olması için gayret ediyorum. Adım ve soyadım söylendiğinde aklınızda spesifik düşünceler canlanmasını istiyorum. Herhangi biri kalıbında var olmak değil kendi özelliklerim ile zihninize kazınmak istiyorum. Paulo Coelho Simyacı kitabında “kişisel menkıbeler ”den bahseder. İnsanın var olmasını sağlayacak olan, hayatımız boyunca peşinden koştuğumuz o amaçlar bütünü. Ben kişisel menkıbemi gerçekleştirmeye çalışıyorum. Hiç bana kaşlarınızı çatıp “insanların düşüncelerine bu kadar önem verme, olduğun gibi görün.” gibi herkesin dilinde dolanan ve gerçekten bir o kadar da bağımsız cümleler kurmayın. Bu yazıyı okuduğunuz mecrada bir hesabınızın olması bile sizin de insanların zihninde var olmaya çalıştığınızı kanıtlıyor. Kullanıcı adınızın insanların zihnine kazınmasını istiyor, yansıtmak istediğiniz imaj ne ise kullanıcı adınızı gördüklerinde akıllarına o kavramlar gelsin istiyorsunuz. Lütfen birbirimizi aptal yerine koymayalım.
Var olmaya çalışan bir insanımız olsun elimizde. Ona Hamdi diyelim. Sizce Hamdi sokağın sonunda ya da şu anda sağında olan evin içinde kimsenin olmadığını bilseydi davranışları değişir miydi? Belki on, belki yirmi, belki de elli yıllık hayatında yapmaya çalıştığı her şey bir anda boşa gider miydi? Sonuçta artık tüm dünya onundu! Korkması gereken kimse, yapması gereken bir iş ya da acısını çekeceği bir aşk yoktu. Günlük hayatında en önemli dertleri olarak gördüğü şeyler bir bir silinmişti hayatından. Peki, şimdi ne vardı? Önüne serilmiş koskoca bir dünya. Ne yapacaktı peki bu dünyada? Bilmiyordu. Yemek mi yiyecekti? Tabii. Gezecek miydi? Gezecekti ya! En güzel evde yaşayabilir, en lüks arabaya binebilir miydi? Tabii ki binebilirdi! Peki, bir anlamı var mıydı? Tek başınaydı. Dünyanın en büyük kütüphanesi Britanya kütüphanesindeki tüm kitapları okusa bilgisini başkalarına aktaramadıktan sonra o bilgiye sahip olmanın keyfini yaşayabilir miydi? Bir şeyi bilmenin en büyük keyfi onu başka birine aktarabiliyor olmak değil miydi? Hızlı bir arabaya binmenin amacı diğer arabaları geçmek değil miydi? Otoyolda hiçbir araba yokken 200km/saat ile gitmek ve 50km/saat ile gitmenin arasında ne fark vardı? Sahip olduğumuz kavramlar bile bir diğeri var olduğu sürece vardı. Küçük yoksa büyük de yoktu. Yavaş olmazsa hızlı da olmazdı. Cahil yoksa bilge de olmazdı. Sadece insan değil, insanın dili de bir sosyal yaşama ihtiyaç duyuyordu.
Aristo’ya dönelim. İnsanın sosyal, politik bir hayvan olduğunu iddia eden Aristo, toplumdan bağımsız olarak var olabilen kişinin ya bir canavar ya da bir tanrı olduğunu öne sürmüştür. Toplumdan bağımsız olarak var olan insan bir tanrıdır, çünkü sahip olduğu şeylerin çağrıştırdığı anlam ile değil onların fiziksel varlığıyla yaşayabiliyor, kendini de başkasının zihninde ispatlamaya gerek görmüyordur. Toplumdan bağımsız olarak var olan insan bir canavardır, çünkü artık tek amacı hayatta kalmak olmuştur. Hayatta kaldığı sürece vardır.
Madem tanrılardan bahsediyoruz, çalacağımız kapı Yunanların olmalı. Yunan mitolojisi ilk önce Kaos (boşluk) vardı der. Bu boşluktan ilk olarak Gaia’nın (Doğa ana), sonra ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros’un sonra ise Eros’un doğduğunu anlatır. Titanlardan, tanrılardan ve insanlardan önce aşkın tanrısı Eros’un doğduğunu anlatır. İnsan ilişkisinin gelebileceği en yüce ve en güçlü nokta olan aşk. Duyguların en yoğunu, nadiren bir lütuf, genellikle bir lanet. Var olduğunda insanı diğer tüm amaçlarından koparan aşk. Hayatı boyunca kendi ismini ve soy ismini zihnine kazımak için uğraştığı insanları sadece ve sadece bir zihin için bir kalemde sildirtebilen aşk. Aşk bir var olma durumudur. Sizin var olmanız değil belki ama âşık olduğunuz kişinin var olma durumu. Kim olduğu, hayatta neler başardığı, kişisel menkıbesini gerçekleştirip gerçekleştirmediği önemli olmaksızın sizin için var olma durumu. Hatta öyle bir var olma hali ki kontrol edilemezse zihnin tamamını tiranlığı haline getirebilecek bir virüs.  

Kıyamete 2 kala


Dünyanın ölmesine 2 dakika kaldı.
Bulletin of the Atomic Science Kıyamet Saat’ini  (doomsday clock) "gece yarısına iki dakika kala" (2 minutes to midnight) pozisyonunda tutmakta ısrarcı. Peki, kim bu Bulletin?
Bulletin of the Atomic Science kendi yapıtlarının yarattığı sorunlara göz yummayan bilim insanlarınca kurulmuş, kar amacı gütmeyen bir kuruluş. Her sene tüm dünyada yaşanan olayları ve açıklanan istatistikleri tek tek inceleyip Kıyamet Saat’ini tekrar konumlandırıyor. 1953, 2018 ve 2019'da ki açıklanan "gece yarısına iki dakika" konumu Dünya'nın 1945ten beri kıyamete en yakın olduğu yılları belirtiyor.
Peki, bu araştırmalar yapıp kıyamet tellallığı yapan Bulletin araştırmalarında neleri konu alıyor? Ben bu konuları iki ana başlık altında incelemeyi uygun buluyorum.
1) Nükleer Enerji
2) Küresel Isınma
Nükleer enerji, atom çekirdeklerinin çarpışmasıyla oluşan füzyon ve fisyon tepkimeleri sonucu ortaya çıkan enerjiye denir. Nükleer enerji 1930lu yıllardan itibaren güç arayışı içinde olan devletlerce silah haline getirilmeye çalışıldı ve 2. Dünya Savaşı'nda hızlanan araştırmalar sayesinde, 1945 yılında Robert Oppenheimer önderliğinde Atom Bombası icat edildi. 6 Ağustos 1945 sabahı saat 08.45te ABD hava kuvvetlerine ait Enola Gay isimli B-29 bombardıman uçağı, "Küçük çocuk" (2. Atom bombasına "büyük çocuk" adı verilecekti.) isimli atom bombasını Japonya'nın Hiroşima kentine attı. O ana kadar sadece araştırma olarak ilerleyen nükleer silah yarışı ete kemiğe, Hiroşima’dan toplanan verilere bakarsak sadece gölgeye, büründü.
Soğuk savaş dönemi boyunca Amerika ve Rusya arasındaki nükleer yarış hız kesmeden devam etti. Şu anda dünya üzerinde, eğer ateşlenirse, Dünya'yı yüzlerce kez yok edebilecek kadar nükleer silah bulunduğu düşünülüyor. "kapalı kutu" olarak adlandırılan Kuzey Kore nükleer silah konusunda en çok korkulan ülkelerin başında geliyor. 2018 yılında nükleer silah denemelerini durdurmayı kabul etse de hala araştırmalara devam ettiği biliniyor. Kuzey Kore nükleer silahı kendine bir güvence olarak görüyor ve nükleer silahtan vazgeçtiği andan itibaren Amerika'nın Kuzey Kore'de rejim değişikliğine yol açacağını düşünüyor. Kuzey Kore, dünya üzerinde nükleer silahlara karşı giderek artan hassasiyete rağmen nükleer silahlarına sıkı sıkıya sarılmaya devam ediyor.
Nükleer silah konusunda elindeki cephaneyi saklamaya çalışan bir diğer ülke ise İsrail. Hatta Amerika İsrail'in elinde hiç nükleer silah olmadığını iddia ediyor ancak bu bilgi eski hükümet çalışanlarınca defalarca yalanlandı. Amerika hala İsrail’in arkasında dursa da Orta Doğu’da bir var olma mücadelesi veren İsrail’in nükleer silahı olmadığına zaten kimse inanmıyor.
Küresel ısınmadan bahsetmeden önce küresel ısınma ile havanın ısınması arasındaki farktan söz etmek istiyorum. Havanın ısınması ya da mevsim değişikliği günden güne olabilir. Bir gün yağmurlu olan hava sonraki gün güneşli olabilir. Dünyanın bir yerinde insanlar kar küreme araçları yolu açsın diye beklerken bir başka yerindeki insanlar bikinileriyle plajda güneşleniyor olabilirler. Bu durum hava sıcaklığı ile ilgilidir ve tamamen normaldir. Belli bölgelerin iklimleri vardır evet ama bizim asıl söz edeceğimiz konu Dünya'nın ikliminin değişmesi olarak tanımlanan küresel ısınma. Peki, nedir bu küresel ısınma? Küresel ısınma Dünya'nın sıcaklığında ve ikliminde olan değişime verilen addır.  Mevsim değişimi saatler içinde yaşanabilecekken iklim değişiminin yaşanması normal şartlarda yüz milyonlarca yıl sürer. Ne yazık ki normal şartlarda yaşamıyoruz.
2020 sonrası küresel ısınmanın kontrol altına alınabilmesi için 2015 yılında Paris'te Dünya'daki sera gazı salınımının %55'inden sorumlu olan en az 55 ülkenin antlaşmayı onaylaması koşulunun sağlanması sonucunda Paris Antlaşması yürürlüğe girdi. Antlaşma, taraf ülkelerin sera gazı salınımlarını azaltması ve Dünya'nın sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla taraflara birçok kısıtlama getirdi. Ne yazık ki antlaşmayı imzalayan taraflar (Türkiye de dâhil olmak üzere) antlaşmaya uymamaya ve Küresel Isınmaya "körükle" yaklaşmaya devam ediyor. Amerikan Başkanı Donald Trump satılmış ajanslardan aldığı sahte raporlarla sosyal medyada "Küresel Isınma yalan! Ben inanmıyorum!" gibi absürt yorumlar yaparken diğer ülkelerin de konuya çok da duyarlı yaklaşmamasına şaşmamak gerek.
Sonumuzu getireceğini bildiğimiz bu küresel ısınmanın etkileri nedir? Dünya ne kadar ısınıyor?
Etkileri daha rahat görebilmek için bölge inceleyelim:
Arktik Okyanusu'na olan etkileri: Son yüz yılda ortalama hava sıcaklığı 5 santigrat derece arttı. Yakında denizi koruyacak hiç buzul örtüsü kalmayacak ve bu durum habitatta yaşayan canlıları ve bütün kuzey yarımküreyi dramatik ölçüde etkileyecek.
Antarktika'ya olan etkileri: Dünya'nın en büyük tek parça buz tabakası olma özelliğini taşıyan Antarktika buz tabakası dünyadaki temiz su kaynaklarının %90ını oluşturuyor. Buz tabakası gelen güneş ışınlarını yansıtarak Dünya'nın sıcaklığının dengelenmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Batı Antarktika yarımadası Dünya'nın en hızlı ısınan bölgelerinin başında geliyor ve buz tabakasındaki çok küçük ölçekli erimeler bile dünyadaki deniz seviyesinin yükselmesini sağlayabiliyor.
Deniz seviyesi yükseliyor yükseliyor da yükselince ne oluyor dediğinizi duyar gibiyim. Deniz seviyesinin çok az yükselmesi bile kıyılarda yıkıcı sonuçlara yol açabilir, erozyon, sel gibi afetler doğurabilir, tarım topraklarında kirlilik oluşturup birçok canlı türünün hayatını tehlikeye sokabilir. Bilim insanları bunlara ek olarak milyonlarca insanın yükselen deniz seviyesi yüzünden evlerini kaybedeceğini öngörüyor.
Küresel ısınma ve nükleer enerjiden kısaca bahsettiğimize göre "kıyamete 2 kala"yı gösteren saatimize geri dönelim. Sadece ve sadece 1953, 2018 ve 2019 yıllarında bu seviyeye ulaştığından bahsetmiştik. Peki bu dönemlerde konjonktür ne durumdaydı?
1952 yılında ABD'nin ilk hidrojen bombasını geliştirdiğini duyurmuştu, Kore savaşı devam ediyor ve Alman topraklarında bulunan Amerikanlar Almanya'da büyük bir gerilim oluşturmaya devam ediyordu. Bunun yanında soğuk savaşın etkisini tüm dünya iliklerine kadar hissediyor, SSCB'nin ve Kızıl Ordu'nun gücü dünyadaki ipleri iyice geriyordu. Siyasal bilimciler 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana diplomasiyi unuttuğumuzu savunur. Antlaşmaların, ortaklıkların ve iletişimin çağının bittiğini ve  sopası büyük olanın küçük olana emir vermeye başladığını anlatır. İşte bu durumların ayyuka çıktığı 1953 yılında Kıyamet saati "2 kala" durumuna ayarlanmıştı.
Peki 2018-2019 yıllarında aynı sonucun çıkmasının nedeni neydi? Daha önce bahsettiğim üzere ABD, Kuzey Kore, Pakistan ve Çin'in ellerinde bulundurduğu nükleer silahlar dünyadaki tansiyonu büyük ölçüde arttırıyor. Hindistan ve Pakistan arasında çıkma olasılığı bulunan bir nükleer savaş, nükleer terörizm de aynı şekilde ipleri geriyor. Diplomatik ilişkilerin ciddiyetini yitirmesi ve Dünya üzerinde "deli" diye tabir edilen birçok liderin gücü elinde bulundurması da geleceği belirsizleştiren durumlardan biri.
Dünya hiç olmadığı kadar manipüle ediliyor. İnsanlar yaşadığı çağın gerçeklerinin farkında bile değil. Yalan haberlerle sahte bir gerçeklik oluşturuluyor. İnsanlar uyuşuk ve tepkisiz. Çevrecilik akımı bir ego mastürbasyonu haline gelmeye başladı. Dünya yanarken saçını tarıyor herkes. İnsanlar güçlerinden habersiz, "bana mı kaldı" mantalitesiyle kendi önlerine bakmaya çalışıyor. Farkında değiller. Ayaklarının önüne bakıyorlar ama on metre ileride uçurum onları bekliyor. Uçurumun kenarına geldiklerinde geri dönüş olmayacak.
Titanik'te gibiyiz. Buz dağına çarpmak üzereyiz ancak lezzetli bir yemeğin ve güzel bir müziğin büyüsüne kapılmış körü körüne ilerliyoruz. Neyse, belki gerçekten de tepki vermek "bana kalmamıştır". Yakında çarpabileceğimiz bir buz dağı da kalmayacak zaten!

Modern İnsanın Yaşam Sevgisi

Modern insanın en büyük uğraşıdır hayatı sevmek, sevmek için nedenler bulmaya çalışmak. Hayatı sevmek için yıllarca okula gider, iş edinir, ...