12 Şubat 2020 Çarşamba

Modern İnsanın Yaşam Sevgisi

Modern insanın en büyük uğraşıdır hayatı sevmek, sevmek için nedenler bulmaya çalışmak. Hayatı sevmek için yıllarca okula gider, iş edinir, hatta evlenir. Evlenince de bulamaz o sihirli sevgiyi, üzerine iki de çocuk yapar. Çocuklar büyür onların çocukları olur ve onlar da başlar hayatı sevmek için nedenler aramaya. Peki bulabilirler mi birden hayatı sevmelerini sağlayacak o büyülü hissi? Eh, genellikle hayır. Neden peki? Neden bu kadar çok insan dener de bulamaz kalplerini yaşam enerjisiyle dolduracak sevgiyi? Gülten Akın’ın İlkyaz şiiri ile cevap vermek istiyorum bu konuya.

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Hayatın akışına o kadar çok kapılıyoruz ki unutuyoruz gökyüzüne bakmayı, bulutsuz bir akşamda yıldızları izlemeyi, geçiyoruz kalın fırçalarımızı kullanarak o güzel yollardan. Hayatı basit zevkler ile de sevebileceğimizi unutuyor da dünya turunda arıyoruz o büyük mutluluğu.

22 Temmuz 2012 günü Çetin Altan Milliyet gazetesine bir yazı yazdı. Adı “limonata ve rafadan yumurta” idi. Hayatı sevmek nedir, hayatı severek yaşayan ve sadece yaşayan arasındaki farkı en iyi anlatabilen yazıydı o yazı. Bir limonata nasıl yapılır onu anlatmıştı, fakat sadece bununla sınırlı değildi Sayın Altan’ın yazdığı yazı. Hayatı ıskalayanlara bir ders niteliğindeydi. Beraber inceleyelim istiyorum.

"Yaşamında hiç limonata içmemiş biri, limonatayı çok pahalı bir serinletici sanabilir. Oysa çok ucuz bir serinleticidir. Bir bardak suya bir çorba kaşığı toz şekeri döküp, iyice karıştırdıktan sonra, üstüne doğru dürüst sıkılıp çay süzgecinden geçirilmiş, yarım limon suyu eklersin... Ve hepsini karıştırırsın.
Böyle bir limonata ultra süper bir zenginlik sorunu mudur?
Hayır, sadece bir yaşam sevgisiyle, bir yaşam zevki sorunudur.
Bu, çok önemli midir?
Bir kez gelinip, bir kez geçilen dünyayı, en sade koşullar içinde dahi, ıskalamamanın göstergesi olduğu için, çok önemlidir.
Sabahları bir saat yürüdükten sonra, duş almak da öyledir."

En son ne zaman limonata içtiniz? Ya da boş verin limonatayı, en son ne zaman bir şeyi gerçekten canınız çok çektiği için yediniz? En son ne zaman bu akşam karnım doysun mentalitesinde değil de canım bu yemeği istiyor diyip o yemeği uzun emekleriniz sonucu yediniz? Hayır, bunu yapmak bir zenginlik meselesi değildir. İstediğin yemek için yarım saat daha uğraşıp tadına vara vara yiyebilmek bir yaşam sevgisi meselesidir.

"Bir yumurtayı azıcık tuz, biber ve nohut büyüklüğünde tereyağı ile bir fincanda çırptıktan sonra, yumurta biçiminde ve yumurta büyüklüğünde, kapağı vidalı çelik bir kaba döküp, suda iki dakika kaynatmak da önemlidir.
Yiyebileceğiniz en enfes rafadan yumurta, ancak böyle pişirilebilir.
Yumurta biçiminde ve yumurta büyüklüğünde, kapağı vidalı çelik bir kabı nerede bulacağız?
Hiçbir yerde bulamazsınız. Neden? Çünkü o kabın üretilmesi, genel istem mekanizmasıyla ilgilidir. Kimse yaşam zevkini, enfes bir rafadan yumurtaya kadar bile inceltmemişse, öyle bir kap bulunmaz. Bu da ultra süper bir zenginlik sorunu değil, bir yaşam sevgisi sorunudur.
* * *
Doğru dürüst bir limonata ve tadı unutulmayacak bir rafadan yumurta... Bir de sabahları bir saat yürüyüşle, bir duş...
Bunları sen yapabiliyor musun?
Hayır.
Neden?
Çünkü bunları bir tek kişi yapamaz. Özenler ve incelikler, ortak bir yaşam kültüründen, kişilerin yaşamına kadar uzanmıyorsa; limonata yapmaya kalktığın zaman, önce evde limon bulamazsın. Limonu almak için dışarı çıktığın zaman da, zaten limonata içme isteğin küllenmiş olur. Dişini sıktın, limonu alıp geldin. Kör bıçak, limonu doğru dürüst kesmez. Buzdolabına su konulması unutulmuştur. Yahut dolap tam o sırada söndürülmüştür. Yahut limon sıkacağını komşu almıştır. Zaten nane de yoktur. Çay süzgeci yıkanmamıştır. Görkemli uzun bardak bir gün önce kırılmıştı. Ama limonata yerine, soğuk maden suyu vardır... Ve yeni icatlar çıkarmak da, insanı üzmekten başka hiçbir işe yaramaz...
Bardağı hafif buğulu, kıyısına yarım limon dilimi takılmış, içinde bir tatlı kaşığı çıngıltılı buz kırığı, azıcık limon kabuğuyla, taze nane kokan limonatayı içemezsin. Yerine maden suyu içersin."


“Yeni icatlar çıkarmak da, insanı üzmekten başka hiçbir işe yaramaz.” Sürekli yediğin balık restoranının yanındaki Japon Restoranı’na gidip sushi denemeyi öneren arkadaşına da tam olarak bu cümleyi kurdun aslında, yalnızca sen farkında değildin. Hiç denemediğin sushi için “sevmem ben çiğ balık!” dedin. Zevk aldıysan gittiğni restorandan ne ala! Zevk almadıysan bir düşün ne yaptığını. Oku, gez, dene, keşfet. Belki de kırk yıllık yaşamında fark edemediğin bir tutkunu açığa çıkaracaksın. Eğer yeni bir kitap yerine daha önce okuduğun favori kitabına döner ve onu sekizinciye okur, daha önce hiç gitmediğin bir tatil koyu yerine her yıl gittiğin Antalya’daki otele gider hele bir de o otelde pineklersen, sushi denemek yerine her zaman yediğin levrekten bir porsiyon daha yedin. Afiyet olsun, üzerine maden suyu da iç.

31 Ocak 2020 Cuma

Neymiş bu Coronavirüs dedikleri?

n-Coronavirus

Selamlar herkese, bugün sizlere 2020'nin büyük kabusu n-Coronavirüs’ten bahsedeceğim. Öncelikle belirteyim, yazdığım her bir hece WHO (World Health Organization) tarafından teyit edilmiş bilgilerden oluşacak. Coronavirüs’ü 5 ayrı soruda açıklayacağım, lafı uzatmadan başlıyorum.


1)Nedir bu coronavirüs?

Coronavirüs aslen 1960’ta ortaya çıkan bir virüs ailesinin adı. 2006’da ortaya çıkan Sars virüsü, 2012’de ortaya çıkan MERS-Coronavirüs (Orta Doğu Solunum sendromu koronavirüs) ile aynı soydan geliyor bizim n-Coronavirüs’ümüz. Ünlü virüsümüzün tam adı 2019 Novel Coronavirüs. 31 Aralık 2019’da patlak verdiği için 2019, yeni olduğu için novel ve ailesinin adı olan coronavirüs(taçvirüs). Virüsün ilk olarak Çin’in Wuhan kentindeki hayvan pazarından insanlara bulaştığı tahmin ediliyor. Yarasa yiyorlar, yılan yiyorlar diye oldu dedikoduları çok fazla dönüyor. Arkadaşlar bu adamlar dev çin semenderi de yiyor bambu sıçanı da yiyor, ne yediklerine takılmaya gerek yok.

2)Semptomları nelerdir?

Aslına bakarsanız semptomları herhangi bir influenza (grip) virüsünden farklı değil. Öksürük, halsizlik, yüksek ateş, hapşırma gibi günlük hayatta sürekli karşılaştığımız belirtiler gösteriyor. Şu anda grip sezonu olduğu da düşünülürse, grip olup coronavirüs taşıdığını düşünen binlerce insan ortaya çıkıyor. Bu noktada da Çin’in çok hızlı bir şekilde tüm dünyaya ulaştırdığı moleküler test devreye giriyor. Bu test yapılmadan virüse sahip olup olmadığınızı da belirtilere bakarak anlayamıyorsunuz. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kendinizi biraz kötü hissediyorsanız evden çıkmamalı, bu semptomları görüyorsanız hemen hastaneye gitmelisiniz. Aklınızda bulunsun, virüse sahip olduğunuz zaman illaki bu semptomları göstereceksiniz diye bir kural kaide yok, hiçbir semptom göstermeden de virüs taşıyıcısı haline gelebilirsiniz. Virüs kapanlar illa ölecek diye bir şey de yok, 4. Soruda bu konuyu derinlemesine işleyeceğim.

3)Nasıl korunuruz?

En fazla çarpıtılmış bilgi olan konu burası. Sirke diyen var, bir bira iç kendine gelirsin diyen var, var oğlu var. Arkadaşlar bu virüsten korunmanın yolu günlük hayatımızda uygulamamız gereken rutin kişisel temizlik işlerimizi yapmaktan geçiyor. Elinizi yıkayın deyince insanlar küçümsüyor böyle mi kurtulacağız bu virüsten diye ancak kendinizi beş dakika izleyebilseydiniz elinizi istemeden de sürekli yüzünüze götürdüğünüzü fark ederdiniz. Coronavirüs solunum yolları ile taşındığı, genel olarak hapşırık ve öksürük ile aktarıldığı için de eliniz bu durumda üst seviye önem taşıyor. Çin malı ürünlere karşı boykot başlatılmış virüsten korunmak için, gerçekten komik. Arkadaşlar virüsler herhangi bir yüzeyde uzun süre yaşayamıyor, bu yüzden Wuhan’dan gelen kargonun bile sizi hasta etmesi neredeyse imkansız.

4) Diğer virüslerle karşılaştırınca n-Coronavirüs’ün konumu nedir?

n-Coronavirüs anlık olarak 9600 kişiye bulaşmış durumda ve 213 kişiyi öldürdüğü biliniyor. İstatiksel olarak virüse yakalananların %2sinin hayatını kaybettiğini biliyoruz. Ebola virüsüne baktığımızda bu rakam %25-%90 arasında değişirken Nipah virüsü %40-%75 arası ölüm oranına sahip. 14. Yüzyılın en büyük katili Kara Veba’yı bilenleriniz vardır, 150 milyon kişiyi öldüren Kara Veba her iki kişiden birini toprağa karıştırıyordu. Tesadüf bu ya, Kara Veba da Çin’in Wuhan kentinden Avrupa’ya yayılmıştı. Tesadüfün böylesi, halk yine doktorların ve bilim adamlarının onları zehirlediğini düşünüp tüm doktorları yakmaya çalışmıştı. Twitter’da ve hatta bazı zeki gazetecilerimizin yazılarında görebileceğiniz üzere insanlar bu virüsün bir nüfus azaltma planı olduğuna inanmaya çok müsait. Bir de virüsün evrimleşmesi konusu var dillere pelesenk olan, hayır arkadaşlar henüz virüs evrimleşmedi. Diğer coronavirüs türleri için yapılan aşıların n-Coronavirüs’e etki edip etmediği ise bilinmezliğini koruyor.

5) n-Coronavirüs Türkiye’de gerçekten görüldü mü?

Barış Yarkadaş adlı gazeteci Twitter’da bize İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne  dün gece götürülen 6 yaşındaki Çinli kıza n-Coronavirüs tanısı konulduğunu yazdı. Onun tweetlerinin ardından ortalık ayağa kalktı tabii, sağlık bakanı hemen o kesin tanı değil ön tanıydı bir yanlışlık yapılmış diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Arından Çinli kızın Influenza B’ye (grip) yakalandığı kamuoyuna bildirildi. Sağlık Bakanlığı süreci şeffaflıkla sürdürdüklerini iddia ediyor ve şimdilik Türkiye’de herhangi bir n-Coronavirüs vakasına rastlanmadığını bildiriyor.

Toparlamak gerekirse n-Coronavirüs abartıldığı kadar ölümcül ve kolay yayılan bir virüs olmasa da ciddiye alınması gereken bir virüs. Temel temizliğinize dikkat ettiğiniz zaman (eğer Wuhan’da yaşamıyorsanız) virüsü kapmak o kadar kolay değil. Dünya Sağlık Örgütü de yakın temas olmadan virüsün bulamayacağını, paniklemenin gereksiz olduğunu iddia ediyor. WHO tarafından son 20 yılda toplamda 5 kere (2009 swine flu,2014 Polio, 2014 Ebola, 2016 Zika, 2018 kivu ebola) ilan edilen Uluslararası Acil Durum ilanını da göz ardı etmemek gerekiyor. Son olarak belirteyim, yan apartmanda yaşayan Çinli aile ya da alt katınızdaki Koreli çocuk n-Coronavirüs taşımıyor, lütfen insanları dövmeyin.

17 Kasım 2019 Pazar

İntihar


Elinde bir bıçak, karşında ise vücudunu karıncalandıran nefretin hedefi. Bıçağı ona sapladığını hayal ettin mi hiç? Oracıkta canını almayı? Tanrıyı oynamayı, bir çiçeği soldurmayı? Tüm fırsatlar elindeydi, neden yapmadın? Birini öldürmenin etik olmaması mı durdurdu seni? Belki bir can aldıktan sonra bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bildiğin için durdun. Belki de korktuğun için yapmadın. Yakalanmaktan korktun, hapse girmekten korktun. Şu ana kadar uğraştığın her şeyin yok olacağından, bir geleceğin kalmayacağından korktun. Bu kadar bedel için değmez dedin. Diyelim ki seni günlerce uyutmayacak kadar nefret ettiğin kişi bıçağı tutan kişinin ta kendisi, sensin. O zaman ne yaparsın?
Kendini öldürürsen hapse girmezsin. Ölümün kapılarının ardında kimse yakalayamaz ruhunun yularını. Her şeyi kaybedersin kendini öldürürsen. Bir şeyleri kaybetmenin zorluğu onları kaybettikten sonra yaşamaya devam etmektedir, senin böyle bir sorunun yoktur. Peki, neden öldürmezsin kendini? Neden devam edersin yaşam denen oyunu oynamaya? Sonunda uçurum olduğunu bildiğin karanlık yolda bir adım daha atmaya, bir sorun ile daha yüzleşmeye? Bir ışık huzmesinin umudu yeterli midir kendini zorlamana? Neden devam edersin var olmaktan nefret etmene rağmen bir sabaha daha uyanmaya? Neden zorlarsın kendini yozlaşmış düzenin çarkını döndürmek için bir gününü daha harcamaya?
Çünkü bir gece hayal edersin, daha güzel bir gündüze açılan bir gece. Her şeyin değişeceği, farklı biri olarak uyanacağın, belki de artık nefret etmediğin biri olarak uyanacağın geceyi hayal edersin. Elinde bir tek umut vardır, zor günlerinin geçeceğine dair umudun. Zaman akıyor sonuçta, her sorun çözülür dersin. Ancak bazı sorunlar vardır, çözümü yoktur. Bir türlü bulamazsın çözümü, bulamayacağından da eminsindir artık; senden önce yüz binlerce kişi benzer sorular sormuştur hayata, hiçbiri cevap alamamıştır. Bıçak dayanır kemiğe, kaçacak yerin yoktur. “Ben mi bulacağım?” dersin kendi kendine. Yaşayabileceğin uzun yılların bir işkence olduğundan eminsindir. Alırsın eline silahı, soğuk tetikle buluşturursun işaret parmağını. Dayarsın silahı çenenin altına, birkaç saniye sonra var olmayacak olmanın ağır korkusu altında ezilirken bulursun kendini. Artık silah çok daha ağırdır, bacağının üstündeki elini de silaha götürür; başını sandalyenin arkasına yaslarsın. İki işaret parmağını birleştirirsin tetiğin üzerinde.
Son adımı atacak, çekecek misin tetiği? Yoksa güzel bir günün, tutkulu bir aşığın, huzurlu bir gecenin umuduyla sürdürecek misin yaşamayı?   

7 Kasım 2019 Perşembe

Fridwolf


Fridwolf
Hasatların durduğu, toprağın kuruduğu soğuk bir kış gecesiydi. Kasaba halkı handa aylaklık ediyor, midelerine inen baharatlı bir şarabın keyfini çıkarıyordu. Zaten son zamanlarda edinebildikleri en büyük eğlence, bir bardak içki ve matrak bir dostun ahbaplığıydı. İçkinin bulunduğu ama matrak bir dostun ahbaplığına hasret kalındığı bu hanın kapısında yaşlı bir adam dikiliyordu. Ellerine baktı adam, titremelerinden nefret ediyordu. Sabit tutabilmek için büyük bir çaba harcadı. Unutulmaya yüz tutmuş; lakin eskidikçe silikleşmiş anıları geldi gözünün önüne, gözyaşlarını sildi. Beyaz saçlarını karıştırdı, bir kez daha dik durmak için kendini zorladı, gittikçe eğrilen omurgasına lanet etti. Hanın eski demir kapısını ittirdi ve içeriye adım attı.

“Köyün delisi” diye bildikleri adamın metal ayakkabısının tahta zemine vurduğunda çıkan tanıdık sesi duyan köylüler gözlerini kapıya çevirdi. Köyün Delisi ağzı kulaklarına varırcasına sırıttı ve sıkılmış görünen gruba doğru ağırlığını bir o yana bir bu yana vererek yürüdü. Ara sıra yanlarına oturduğu grup, kart oynamaktan sıkılmıştı ve bezgin bir görünüm sergiliyordu. Köyde “Kasap Ambrose” diye bilinen adam, delinin masalarına yaklaştığını gördü. Gür bir kahkaha attı ve bağırdı.
“Deli de buradaymış! Gel, bize bir hikâye anlat. Eğer bu asık yüzlere birer gülümseme koymayı başarırsan-” gözleriyle masadaki beyleri işaret etti. “Belki sana bir çorba parası verebilirim.”
Gülerken kocaman bir topa benzeyen göbeğini kaşıdı. Bazen kaba bir adam olsa da kabalığı neşesinin içinde kaybolup gidiyordu. Ambrose, bir kasabın tüm özelliklerini taşıyordu. Uzaktan attığınız küçük bir bakış bile ne iş yaptığını anlamaya yeterdi. Sürekli et yediği için olgun bir elma gibi sürekli kırmızı yanakları ve bir zamanlar beyaz olduğu anlaşılan, yer yer kan lekeleriyle kaplanmış olan, hiç çıkarmadığı bir önlüğü vardı. İşler kesat olsa bile o hep mutlu olur, etlerin içinde yaşamak hayatının anlamıymış gibi davranırdı.

Deli, köy içinde anlattığı hikâyelerle bilinirdi. Köyün içinde dolanır ve herkese anlamsız hikâyeler anlatırdı, anlattığı hikâyeler de bir garipti. Sanki hepsini kendi yaşamış da şimdi anılarını anlatıyormuş gibi davranırdı. Başkasının yaşadığı bir olayı onun ağzından duymak mümkün değildi. Deli diye çağırılmaya da alışmıştı burada, bu yüzden yüzündeki gülümseme bir an bile bozulmadı. Diğer masadan boş bir sandalye çekti, sandalyeyi ters çevirerek üstüne çıktı. Herkesi görebildiğine emin olmak için birkaç kere sağına soluna baktı. Kendisine laf atan Ambrose’nin sözlerine küçük bir kahkahayla karşılık verdi ve konuşmaya başladı.
“Sevgili dostlarım, sizlere asla unutmayacağınız bir hikâye anlatmak üzereyim. Kulaklarınızı açın, bazılarınız daha önceden duymuş ve hatta birilerine anlatmış bile olabilir ama henüz bu halini dinlemediğinize adım gibi eminim. Kulaktan dolma bilgilerinizi çöpe atın, şimdi gerçek bir hikâye dinleyeceksiniz.”
Onun bu girişine alışkın olanlar gülümsemekle yetinirken, handakilerin bir kısmı pür dikkat deliyi dinlemeye başladı. Oyun oynayanların bile bir kulağının kendisinde olduğunu anlayınca hikâyesine başladı.
“Ah, mükemmel bir sabahtı. Kuşların cıvıltısı kulaklarımda dans ederken, gözlerimi gün ışığının aydınlattığı yeni açan selase çiçeklerinden bir an olsun alamıyordum.” Etrafına baktı, bir iki dakika boyunca sessizlik içinde bekledi. Hana ölüm sessizliği hâkimdi, zira handakiler biri konuştuğu anda delinin hikâyesini yarım bırakıp gideceğini biliyordu. Bazen Deli onları rahatsız etse de köyün neşesini Deli’nin sağladığının herkes farkındaydı. Köylülerin sabırsız bakışları ağırlaşmaya başlayınca Deli de hikâyesine devam etti. 
“Ama o sabaha mükemmel dememin asıl nedeni bunlar değildi tabii. Projemi bitirmek üzereydim.” Muzipçe gülümsedi.
“Vera’nın, bu diyarların en şanlı krallığının kralı olarak her gün yaptığım sıkıcı ve sıradan işlerim vardı. Kıtlıktan bahsedip duran çiftçileri, kötü giden aptal bir savaştan dolayı sızlanan komutanları dinlemek zorundaydım. Sizi bunlarla sıkmayacağım tabii ki. Size işin ilginç tarafını anlatacağım.” Etrafını hafifçe kolaçan edip hikâyesine devam etti.


“Sadece bir kral değildim. Ben ki, kölelerin zincirlerini kırandım. Ben ki, en cesur kahramanların gün ışığında adını ağzına almaktan korkacağı yaratıkları gecenin karanlığında öldürendim. Ben ki, bu diyarın adaletinin koruyucusuydum. BEN MUHTEŞEM FRIDWOLF’dum. Henüz sadece otuz iki yaşındaydım ve bu diyarların gördüğü en iyi bilim adamıydım. Zeki bir bilim adamı ve bilge bir kral olarak, bitmek bilmeyen savaşın ve son birkaç nesildir süregelen amansız kıtlığın arkasındaki gerçek sebebin farkındaydım. Nüfus, olması gerekenden çok daha fazlaydı ve dünyamızın kaynakları yetersiz geliyordu; bunun sonucunda da insanlar açlıktan kırılıyor, krallıklar arası savaşlar patlak veriyordu. Tek çözüm nüfusu bir şekilde dengelemekti. Seçeneklerimi uzun uzun değerlendirdim. Uğraşlarımın sonunda, hiç istemesem de bir soykırımın gerekli olduğuna karar verdim, lakin alışılmışın dışında olarak, benim soykırımım herhangi bir ırkı ya da topluluğu hedef almayacaktı, yani soykırımımın hedefi bir soyu yok etmek değildi. İnsanlar rastgele olarak bir ırkta veya bir toplulukta doğmuştu, bu durumda rastgele ölmeleri en doğrusuydu. Sadece belirli bir genin varlığında aktifleşen bir zehir yarattım. Hesaplarıma göre Dünyanın sadece %60’ı bu geni taşıyordu. Planım mükemmeldi, zira insanlar her zaman olduğu gibi bu ölümlerin fani bir nedeni olduğunu düşünmek yerine, biraz da teşvikle tabii, Doğa Ana’nın onları cezalandırdığına inanacak ve kendilerine çeki düzen vermek için uğraşacaklardı. Hepimizi kurtarmama ramak kalmıştı, ama anlamadılar. Hiçbir zaman anlamadılar.”

“Zehri oluşturmaya çalıştığım süre içinde bazen günlerce laboratuvarda kalıyordum. Uzun saatler laboratuvarıma kapanmak, sarayımdaki dedikoducuları rahatsız etmişti. Sürekli benim hakkımda bir şeyler uydurup arkamdan atıp tutuyorlardı. Halkımın büyük bir kısmı kara büyüyle uğraştığımı, bu sayede kral olduğumu ve şu anda da tüm krallığın kara büyü kullanımımın cezasını çektiğini düşünüyorlardı. Ne kadar aptaldılar, ne kadar cahildiler.”

Hancı içkileri tazelerken Deli sessizliğini korudu. Hancıya göz ucuyla baktı ve içinde büyüyen acıma duygusunu bastırmaya çalıştı. Hancı, nesillerdir süregelen kıtlığın sonucunda fakir bir köylünün ekonomik olarak bir tık üstündeydi sadece. Fiziksel olarak da pek şanslı değildi, ir kadının ilgisini cezbetmek için oldukça çirkin olan hancı hiç evlenmemişti ve ileride de bir aile kurma fırsatı olacak gibi de durmuyordu. Bir bolluk döneminde yaşamış olsaydı eğer, ticaret yolu yakınında olan bu köyde küçük baronlar kadar zengin olabilirdi ama işte, hayatının her noktasında şanssızdı zavallı adam. Deli, Hancıya gülümseyerek göz kırptıktan sonra sözüne devam etti.

“Laboratuvarımda projemin son kontrollerini yaparken kapıma gelen şiddetli darbenin sesiyle irkildim. Özel gardiyanlarımdan dört tanesi kapımın önünde dikiliyordu. Duruşları, saldırgan olduklarını lakin benden korktuklarını açık ediyordu. Bu günün geleceğini biliyordum, iç çektim. Hafifçe gülümsedim, halkımdan, kanımdan da olsalar karşıma çıkmaya cüret etmiş olmaları beni keyiflendiriyordu. Biri öne çıktı ve bağırdı. “Seni ve tüm krallığı seyyiat ile dolduran büyünü artık burada istemiyoruz. Bu krallık senden yeterince çekti. Eğer kendine ve bu topraklara biraz saygın varsa şimdi çeker gidersin. Yoksa...” Gözlerim kararmıştı, birkaç saniye önce içimi dolduran keyif bir anda öfkeye dönüştü. Dedikoducu aptalların hakkımda düşündüklerini umursamıyordum fakat kendi gardiyanlarımın da o iğrenç dedikodulara inanması sabrımı taşırmıştı. “YOKSA NE?” diye bağırdım ve masamın kenarındaki kılıcımı tek hareketle kınından çıkardım. Gardiyanlarım, cevaplarını kılıçlarını çekerek verdiler. Dikkatli adımlarla yaklaştılar. İki tanesi sağ ve sol çaprazıma, iki tanesi de sağıma ve soluma geçti. Saldırıya geçmek istiyorlar ama kimin hamle yapacağına karar veremiyorlarmış gibi bir halleri vardı. Onları seçim yapma zahmetinden kurtarmak için ilk hamleyi ben yaptım. Arkamda kalan masaya sert bir tekme attım, masanın üstünde ağzı açık duran cam şişenin içindeki asit sağımdaki askerin ayağına döküldü, asit zırhı eritecek kadar kuvvetli olmasa da cahilliğin verdiği korkuyla ayağını çekmeye çalışırken dikkatsiz bir adım attı. Geriye attığı adım yerdeki takoza takıldı ve sendelediği anda üzerine atılarak kol zırhı ve göğüs zırhının birleşim noktasındaki açık kalan bölgeye iki elimle tuttuğum kılıcımı sertçe sapladım. Kılıcım askerin arkasındaki duvarın soğuk taşına çarptığı anda hızla geri çektim ve bana doğru atılan, az önce sağ çaprazımda, şimdi ise tam karşımda bulunan gardiyanıma doğru hilal çizecek şekilde kılıcımı savurdum. Kılıç adamın boğazını parçalarken sol ayağımı sağ ayağımın hizasına çektim ve az önce solumda kalan gardiyanımın saldırısını savuşturdum. Karşımda iki kişi kalmıştı artık, çocuk oyuncağıydı. Birkaç saniye sonra yerde benim armamı taşıyan, dört ceset vardı; dördü de günahsız, aptal çocukların cesetleriydi. Kanları kılıcımın ucundan damlarken onlar için yas tuttum, dua ettim.
 Arbedenin etkisiyle ter içinde kalmıştım, antrenmansız bıraktığım vücuduma lanet ettim. Masaya vurduğumda yere düşen sandalyeyi kaldırıp biraz dinlendim. Ne yapmam gerektiğini, halkın bana karşı tutumunu bilmiyordum ama kendi gardiyanlarım bile karşıma çıkabildiyse, halkımın ve ordumun da karşıma çıkmasının an meselesi olduğunu düşünüyordum. Onları suçlamıyordum, sadece kendimi kendi ellerimle koyduğum vahim durumun farkındaydım. Kendi sarayımdan, evimden kaçmak zorundaydım. Ülkemi terk etmek zorunda kalmıştım, hayatımı adadığım ülkemi. Ne kadar istemesem de gerçeklerle yüzleşmem gerekiyordu. Sarayın gizli patikalarını kullanarak dakikalar içinde halka karıştım. Bana yapılan bu suikastın arkasındakiler laboratuvarıma girip cesetleri bulana kadar ben surların dışına çıkmıştım bile.
 Beş gün boyunca durmadan seyahat ettim, ürettiğim zehir ile ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalıştım. Hayatımda birçok dönüm noktası yaşamış, birçok zor karar vermiştim lakin en meşakkatlisi bu olmuştu. Uzun yürüyüşümün sonunda bir karara vardım. İnsanlık, kurtarılmayı hak etmiyordu. Onlara bu ayrıcalığı vermeyecektim. Eğer hak ettikleri şey kendi pisliklerinde boğulmaksa, boğulacaklardı. Sonunda bir karar verebilmiş olmanın rahatlığıyla birkaç saat dinlendim ve kararımı sindirmeye çalıştım. Aylardır verdiğim tüm emekleri çöpe atmak üzereydim. Küçük molamın ardından tekrar yola çıktım. Yeterince uzaklaştığımı düşünürken orta halli bir köy ve biraz uzağındaki küçük gölü gördüm. Elimi yüzümü yıkayıp biraz su içmek için durduğumda, kendi yansımamla göz göze geldim. Tanıyamadığım bu adamın saçları benim gür, kahverengi saçlarım değildi, ılık bir kış gününde düşen bir kar tanesi kadar beyaz ve seyrekti. Gözleri benim enerjik, güçlü gözlerim değil; yaşlı ve yorgun bir adamın gözleriydi. Şaşkınlıktan afallamış bir şekilde kafamı kaldırıp yaklaşan sese kafamı çevirdim.
“Hey geri zekâlı, ne yapıyorsun orada?”
Küçük bir oğlandan gelen bu sözler şaşkınlığıma şaşkınlık kattı. Yaşlı göründüğümün farkındaydım, ama bir geri zekâlı gibi de gözükmediğimi düşünmüştüm. Çocuğun gördüğü adamı tanıyabilmek için yansımama tekrar baktım, karmakarışık saçlarım ve boş bakan gözlerimin gerçekten de bir geri zekâlıyı andırdığını fark ettim. Bir çocuğa güvenmeyecektim de kime güvenecektim? O an, gerçekten de bir geri zekâlıyı, deliyi oynamam gerektiğini fark ettim. Kimse tarafından fark edilmeden, kaçak hayatı sürmeden yaşayabilmemin tek yolu buydu. Kafamı tekrar kaldırdım ve çocuğun gözlerinin içine baktım. Ağzımı olabildiğince açarak sırıttım ve çocuğa yaklaşmasını söyledim. Yanıma geldiğinde çocuğa deli saçması bir hikâye anlattım. O gün bu gündür, o köyün delisiyim.”

Handaki köylüler donakalmıştı. Kimse sessizliği bozmaya cesaret edemiyor, köylüler nefes bile almıyordu. Ambrose soru sormak için ağzını açtıysa da o anda Köyün Delisi bir kahkaha koyuverdi. O kadar şiddetli güldü ki Vera Kralı bile kulağını tıkamak zorunda kaldı.

27 Ekim 2019 Pazar

Evlilik batağı

24.08.2019
Furkan Usak'tan üşenmeyip okuyacak olan herkese;
İyilikler.
Bu noktaya kadar okumaya devam edebilen herkese merhaba! Seni tebrik ederim, takipçilerimin %90ından daha fazla okudun. Uzun zamandır hakkında tartışmak istediğim ancak bir türlü fırsatını bulamadığım bir konudan bahsetmek istiyorum sizlere. Bugün yazmak gibi bir planım yoktu aslında ama sabah haberini aldığım elem olay beni tekrar kalemle buluşturdu. Konu hakkında çok yazılıp çizildi, sorunlar ve çözümler hakkında çokça konuşuldu. Ben, kalplerimizi yakan #eminebulut cinayetinden değil evlilik müessesesi dediğimiz  "batak"tan bahsetmek istiyorum sizlere. Sen kimsin? Kaç kere evlendin de bunları yazmayı kendine reva gördün diyor olabilirsiniz, diyin hakkınızdır. Hiç evlenmedim, nişanlanmadım, hatta hiç aşık olmadığımı söylersem yalan söylemiş olmayacağım! Fakat sevdim, sevildim. Sevenleri, sevilenleri gördüm. Binlerce insan tanıdım, onlarca evliliği inceleme şansım oldu. Ondandır ki bu konuda bir iki kelam etmeyi kendime hak görüyorum.
Evlilik hakkında yapılmış tanımlarla başlamak kanımca doğru olacaktır. Dünyanın en çok okunan ansiklopedilerinden biri olan, kullanıcı editörlüğünde düzenlenen Vikipedi'de evlilik, "iki kişinin aile kurmak üzere kanunların uygun gördüğü şekilde, ruhen ve bedenen bir ömür boyu sürecek şekilde bir araya gelmesidir." şeklinde tanımlanmış. Bir farklılık olsun, sondan başa doğru inceleyelim.
Ruhen ve bedenen bir ömür boyu sürecek şekilde bir araya gelmesidir mi? Evlilik insanın hayatında bir kere yapacağı bir şey midir? Evliliklerin sonu ile insanın ömrünün sonu çakışmalı mıdır? İnsanların 20li yaşlarında verdiği bir kararın tüm hayatını etkilemesi gerektiği görüşü ne kadar doğrudur? Şu anda insanlar boşanabilse de eskiden boşanmanın dinen yasak olduğunu ve 1500lerin başında Fransa kralının Papa'dan boşanma izni alabilmek için İtalya'yı işgale geldiğini de unutmayalım.
"Evlilik iki kişinin aile kurmak üzere kanunların uygun gördüğü şekilde"
İki bağımsız bireyin aile kurmak, aynı yatakta uyuyabilmek için kanunların (devletin) iznini alması ne kadar mantıklıdır? İki bireyin arasındaki ilişkinin tüzel bir kişilik tarafından onaylanmış olması ilişkinin tarafları üzerinde baskı yaratmaz mı? Çocuk yapma, boşanma vb konulardaki toplum baskısından bahsetmeye gerek görmüyorum bile.
Ne diyordum? Evet, çok fazla evliliği inceleme şansım oldu. Ben şanslıydım arkadaşlar, belki de her 10 çocuğun 8inden daha şanslıydım. Neden mi? Birbirleriyle geçirdikleri zamandan nefret etmeyen, kaliteli zaman geçirebilen ebeveynlere sahiptim. Yıllar boyu gördüğüm kadarıyla da, bu özellik pek sık rastlanan bir özellik değildi. Hiç anlamıyordum. Bir insan beraber zaman geçirirken mutlu olmadığı biriyle neden evlenirdi? Eve girip eşinin yüzünü gördüğünde yüzünde mutluluğun kırıntısı oluşmuyorsa, evliliğini sürdürmenin mantığı nedir ki? Kadın hep misafirlikte, erkek hep kahvedeyse bu evlilik neden sürüyordu? Bu düşüncelerle boğuştuğum günlerin birinde "elalem ne der?" ile tanıştım.
Mutsuz ilerleyen bir evlilik boşanma ile sonuçlansa kadın evde tek başına kalabilir miydi? "Dul" iken sürekli arkasından laf söz olmaz mıydı? Hayatını bir ev hanımı olarak geçirmiş ise iş bulabilir miydi? Kocası boşanmak istiyor muydu ki? Başına bela olur muydu?
Peki ya erkek ne yapardı? Erkek pek bir şey yapmazdı aslında. Kimse onun arkasından konuşmazdı. Kadın "dul" olurken erkek "bekar" olurdu, "sahalara dönmüş" olurdu. Bir şey değişecekse ilk değişecek olan insanların dili olmalıydı.

Neden evleniyorduk peki? Aşık olduğumuz için mi? Tamam, peki aşık olunca evlenmeden olmuyor muydu? Aile mi kurmak istiyorsun? Tamam, peki devlet tamam demeden aile kuramayacak mıydık? Gerçekten bir belediye binasında, belediye başkanından aldığı yetkiye dayanarak bizi karı koca ilan eden biri olmazsa ben ailemi kuramaz mıydım? Ya iki insanın ilişkisinin gelebileceği son nokta "sevgili" olsaydı? Sonuçta onlar birbirini seven iki insan değil miydi? Sevgiliden iyi hangi isim anlatabilirdi ki onları? Birbirini seven iki insan statüsünden çıktıları anda da artık sevgili olmazlardı. Ne kadar kolay olurdu ama! Ne bir memurun boşandığına karar vermesine gerek kalırdı ne de "kaç kere evlendin" gibi münasebetsiz soruları cevaplamaya. Sevgilisi olan biri "aklın varsa kimseyle sevgili olma oğlum" demezdi de herhalde. Ayrılmak için izin alması gerekmez, ne devlete ne topluma hesap vermesi gerekmezdi. Belki de değişmesi gereken ikinci şey, birini sevmek için izin almaktı.

Karşısındakine sevgisini göstermek için "sen benimsin" diyen insanlar görmüştüm. Bir insan başka birinin olabilir miydi? Peki şef, kölelik kalkmamış mıydı? Karşısındakine "sonsuza kadar sen benimsin ben de senin" diyen zihniyet ayrılma durumuna nasıl tepki verirdi? "Hayatın boyunca elini tutan tek kişi ben olacağım, söz ver bana!" Diyen bir insanın ayrılık haline vereceği tepkiyi ölçebilir miydik? Karşısındakinin duyguları ve düşünceleri olan bir birey olduğunun farkında olmayan ve hayatın akışına gözlerini kapayan biri hastalıklı değil miydi? Karar verilmişti, değişmesi gereken üçüncü şey zihniyetti.

"O kadar düğün yaptık oğlum! 500 kişi çağırdık nişan yaptık. Nasıl ayrılıyorum ben diyeyim? O kadar para harcatmış, zahmet vermişken ailemin karşısına geçip nasıl bitti diyeyim? Zaten 2. evliliğim, sokakta nasıl gezerim?" diyen bir abiyle karşılaşmıştım bir zamanlar. Sırf evleniyorlar diye niye kendilerini aşan masraflar yapmışlar, ilişkilerini başka insanlara bağlamışlardı? Artık devam etmek istemiyorlarsa aileye ya da o nişana gelen 500 kişiye neydi ki! Onun yürümeyen ilişkisi sokakta yürümesine neden mani oluyordu? Akşam evlerinde otururken komşusunun abiye bir soru sorduğuna şahit olmuştum. Çocuk ne zaman? diyordu komşu. Yapacakları çocuk abiyi ve eşini ilgilendirmez miydi? Komşunun sorduğu ne münasebetsiz bir soruydu böyle? Bir karar daha vermiştim, iki bireyin arasındaki ilişki sadece birbirini seven o iki insanı ilgilendirmeliydi. Değişmesi gereken dördüncü şey ise toplumdu.

Değişmesini istediklerimin değiştiği bir dünyada acaba hala "aklın varsa evlenme!" umudunu duyar mıydım? Sanırım asla öğrenemeyecektim. Gözlerimi kapadım, uykuya dalmak üzereydim.

25 Ekim 2019 Cuma

İlk Aşk


Her gün, her saniye hayatı erteliyoruz. Hiçbir önemi olmayan küçük şeyler için yaşayabileceğimiz onca güzel şeyi çöpe atıyoruz. Bazen hayatımızın kontrolünü elimizden kaçırıp direksiyonu stres ve kaygının kaygan ellerine teslim ediyoruz. Peki siz hiç hayatı ertelediniz mi? Ben erteledim.
‌Çocuktum, 8 yaşındaydım. Bir kız vardı sevdiğim, adı Elifnaz. Sıra arkadaşıydık Elifnaz ile. Dersi beraber dinler, öğretmen soru sorduğunda ilk kim çözüp çiçek olacak diye yarışırdık.
‌ Matematiği çok iyi değildi Elifnaz'ın, çiçek olamazdı bazen. Yalnız hissedip üzülmesin diye ben de soruyu çözememiş gibi yapar öğretmenimizin çözmesini beklerdim. Turuncu beyaz bir sıra örtümüz vardı Elifnaz ile, her hafta birimiz evine götürür yıkar getirirdi. Elifnaz hiç unutmazdı yıkamayı. Ben onun kadar sorumluluk sahibi değildim; bazen çantamda unuturdum sıra örtümüzü, pazartesi günü pis pis geri getirirdim. Sınıfa girip Elifnaz'ı görünce bir anda aklıma gelirdi unuttuğum, önemli bir işim çıkmış gibi başlardım koşmaya. Hemen kantine gider, öğle yemeği paramla bir paket ıslak mendil bir paket de selpak alır başlardım temizlemeye örtüyü. Islak mendillerin birkaç tanesinin deterjanını örtünün üstüne sıkar peçetelerle kurulardım ki deterjan kokusu yayılsın da  yıkanmış gibi olsun. Ders başlamadan sınıfa yetişir sererdim örtüyü. Hiç sevmezdi Elifnaz örtünün kirli olmasını, anlıyordu unuttuğumu ama sesini çıkarmıyordu. O akşam örtüyü tekrar eve götürür, annemden yıkamasını rica ederdim. İlkokul aşkı derler ya, onu kelimesi kelimesine yaşıyorduk işte.
Televizyon izlemeyi severdim o zamanlar, çiftlerin yemeğe çıktığını görüyordum sürekli. Annemin yanına gittim. "Anne" dedim. "Bana iki haftalık harçlığımı şimdi versen olur mu?" "Neden?" dedi annem. Başta utandım, söylemek istemedim ama annemin ısrarına dayanamadım. "Elifnaz'ı yemeğe çıkarıcam!" dedim biraz utangaç biraz da ürkek bir sesle. Annem gülmeye başladı. Onun gülmesi beni sinirlendiriyordu. Küçümsenmiş hissediyordum. Annem bozulduğumu fark etmiş olacak ki tutup kendine çekti beni, sarıldı. İki yanağıma birer öpücük kondurdu. "Tamam annecim Elifnaz'la konuş o da annesinden izin alsın ben sana para veririm." dedi. Çok mutlu olmuştum. Hayalim gerçek olacaktı. Elifnaz'la beraber yemek yiyecektik, aynı büyük sevgililer gibi! Küçük bir şehirde yaşıyorduk, bildiğim en lüks yer tatlı bir pideciydi. Oraya giderdik herhalde. Ailesi de izin verirdi herhalde, neden vermesin ki zaten? Sonraki sabah Elifnaz'ın yanına koşarken buldum kendimi. Koridorda durdurdum küçük sevgilimi, nefes nefese anlatmaya başladım planımı. Cuma günü öğle yemeğinde yemek yemeyecek, arka bahçeye gidecek, diktiğimiz meyve tohumlarını sulayacak, birbirimizin ahbaplığının keyfini çıkaracaktık. Okul çıkışında ailemiz biri pideciye bırakacaktı, biz de romantik bir akşam yemeği yiyecektik.
Elifnaz planıma bayılmıştı. Zaten sene sonu gelmek üzereydi, aramıza uzuuun bir yaz tatili gireceği için ikimiz de çok hüzünlüydük. Elifnaz küçük bir değişiklik yapmak istiyordu planda: yemeğe bu cuma değil sonraki cuma gitmeyi öneriyordu. Sınavlarımız başlıyordu çünkü, hayat bilgisi sınavı ikimiz için de çok önemliydi. Elifnaz'ın ne kadar stresli olduğunu bildiğim için önerisini kabul ettim, sonuçta bir hafta ertelemek büyük bir sorun değildi.
Sınavlarımız geçti, perşembe günü geldi çattı. Elifnaz ailesinden izin almış, planım harekete geçmişti. Gece boyu heyecandan yatağımda döndüm durdum, elim ayağıma dolaşıyordu!
Cuma sabahı sınıfın kapısından girdim, Elifnaz henüz gelmemişti. Şaşırdım, her gün benden en az yirmi dakika erken gelen minik sevgilim bu kadar önemli bir günde geç kalıyordu. Endişelenmeden edemedim. Birinci ders başlamak üzereydi, Elifnaz hala yoktu. Yüzüm düşmüştü, sıra arkadaşımın yeri bomboştu.
Tenefüste dışarı çıkmadım; belki geç kalmıştır, ikinci derse yetişir diyordum. Elifnaz gelmedi.
Öğle yemeği saati geldiğinde gozlerim doluydu, planımıza sadık kaldım. Yemek yemeyecektim. Arka bahçeye çıktım, beraber diktiğimiz erik ağacını, ağaç demeye bin şahit istiyordu, sulamaya koyuldum. Elifnaz'ın arkadaşlığının keyfini çıkartacağım yerde kendi yalnızlığımda boğuluyordum. Ağlamaya başladım. burnum tıkanana, gözlerim acıyana kadar ağladım. Ağzımdan nefes almaya çalışırken gözyaşlarım ağzıma giriyordu. Neden gelmemişti? Kesin bir şey olmuştu. Elifnaz gelmemezlik yapmazdı. Öğretmene sormuştum, bilmiyordu. Tenefüste babasını aramıştı öğretmenim, adam telefonunu açmıyordu.
Öğle yemeğinin bittiğini haber veren zil ile kendime geldim. Tuvalete gittim, yüzümü yıkadıktan sonra derse geri döndüm. Öğleden sonraki iki dersi donuk gözlerle izledim. Sürekli Elifnaz'ın boş yerine kayıyordu gözlerim. Oradaki varlığına, ben ona baktığımda bana dönüp gülümsemesine çok alışmıştım.
Ders bitti. Herkes yavaş yavaş gidiyordu. Ben sıramdan kalkmamakta ısrarcıydım. Durumu az çok anlayan öğretmenim beni yarım saat boyunca eve gitmem için ısrar etmeye çalıştı. Çabaları boşa çıkınca babamı aradı, babamın uzun uğraşları sonucunda sıramdan kalktım.
Bana iki yıl gibi gelen iki günlük haftasonu tatilinin ardından pazartesi sabahı tekrar okula gittim. Sınıfa girdiğimde Elifnaz'ın olması gereken yerin yine boş olduğunu gördüm. Öğretmenim sınıfa biraz erken gelip beni yanına çekti. Elifnaz kızamık olmuştu, neyse ki ciddi bir şey değildi ama son iki hafta okula gelemeyecekti. Kötü bir şey olmadığı için rahatlamıştım ama üç aylık tatile girerken veda edemeyeceğim için de çok üzgündüm. Neyse dedim, okul başlayınca yine beraberdik nasıl olsa.
Yaz tatili başladı, aradan biraz zaman geçti. Annem ve babam beni konuşmaya çağırdı. "Tayin" diye bir şeyden bahsettiler. İstemişlerdi bu "tayin"i, o da çıkmıştı! Tayinlerinin çıkmasının ne demek olduğunu sordum. Görev yerlerinin değiştiğini, dolayısıyla taşımamız gerektiğini söylediler. Dünyam başıma yıkıldı. Hem kendime, hem de aileme zehir ettim tüm tatili. Ne yaptıysam sonucu değiştirmedim, mümkün de değildi zaten. Okul başlamadan taşındık; farklı bir şehirde, yeni bir hayata başladık. O Perşembe gününden sonra da Elifnaz'ı bir daha hiç görmedim.

23 Ekim 2019 Çarşamba

Hangi üniversite?

"Hangi üniversite?" Dedi Celal. "Türkiye'de üniversite yok ki." Yine yapacağını yapmış, sansasyonel bir cümle kurmuştu. Öğrencilerin zihninden silinmeyecek bir cümle. Canlı yayında Türkiye'nin en önemli kurumlarından birinin olmadığını iddia etmişti. Kendi çalıştığı "üniversite" de dahildi buna. Şimdi Türkiye'nin bilumum üniversitesindeki insanlar alınıp kendisine tepki göstermeye kalkışacaktı. Kendi başlarına anlayamazlardı, açıklamak elzemdi.
"Üniversite, bilim üretilen yerdir." Dedi Celal bu açıklamanın yeterli olduğunu ima eden bir ses tonuyla. "Boğaziçi, Koç, İTÜ, ODTÜ bu okulların hiçbiri artık bilim insanı yetiştirmiyor. Kalitesiz bir meslek okulu seviyesindeler adeta. İçlerinde bir şeyler yapmaya çalışan proflar doçentler var ama bunlar sınırlı."
Üniversite öğrencileri beyninden vurulmuşa döndü. Ne demek üniversite yoktu? Bu adam kendini ne zannediyordu? Alt tarafı bir profesördü, böyle ileri geri konuşma hakkını kim veriyordu buna?
Tüm bu sorular bir şimşeğin ardından gelen gök gürültüsü gibi doldurdu zihinlerini. Bu öğrencilerden biri şimşeğin bir saniyeliğine gözler önüne serdiği resme baktı ve incelemeye koyuldu. Dediklerinde haklılık payı var mı merak ediyordu, bunu anlayabilmek için üniversitenin atasını incelemek istedi: Atina Okulu.
Platon, Sokrates'in idamının ardından uzun bir yolculuğa çıkmış; geri döndüğünde ise insanları eğitmek, felsefe konuşmak ve doğa bilimleri üzerinde çalışmak için bir Okul kurmuştu. Üniversitelerin atası olarak bilinen bu kurumun kapısına "geometri bilmeyen giremez" diye bilinen ama aslı "bildiğini sorgulayamayan giremez" olan cümle yazılmıştı. Dersler tartışma yöntemiyle veriliyordu. Her öğretmen bir öğrenci her öğrenci ise bir öğretmendi. Her bilgi sorgulanabilir, her bilgi değişebilirdi. Platon'un kurduğu Atina Okulu ile kendi üniversitesini karşılaştırdı.
Sorgulamak... Sorgulamak artık çok uzak bir kavramdı. 400 kişilik amfiye 600 kişi sığmaya çalışmalarını, kapıda kaldığı için derse giremeyen arkadaşlarını düşündü. Çoğu hoca kalabalık olduğu için soru kabul etmiyordu bile. Sözde yüzde yüz İngilizce olan eğitim öğrenciler için (!) Türkçe anlatılıyordu. Laboratuvarda yapılan deneyler bile müfredatı uygulamak içindi. Hazır bilgiyi öğrencinin beynine sokma kültürü devam ediyordu. Sinirlendi. Lisede hayal ettiği o büyük, güzel üniversite lisenin bir kopyasıydı ve bu üniversite Türkiye'nin en iyilerinden biriydi!
Belki sadece sistem sorunluydu ve önemli olan bu değildi. Hala ülkenin en iyi öğrencileri orayı tercih ediyordu. İdealist, bilim üretme amacında gelen insanlar olacaktı illa ki. Derken kendi arkadaşlarını gözden geçirdi. Öğretmenlikten mühendisliğe kadar hangi bölümden olursa olsun hedefleri özel sektörde, büyüük bir şirkette yüksek pozisyonlarda çalışmaktı. Bir koltuğun hayaliyle yapmışlardı tercihlerini. Nerede olduğu önemsizdi, yüksek bir koltuk, büyük bir masa kafi idi. Ego mastürbasyonundan başka bir şey değildi bu. İlk ders profesör "akademisyen olmak isteyen var mı?" Diye sormuştu. Bir tane bile el kalkmamıştı havaya. Öğrenciler hedeflerini anlattı, çoğu diploma alacağı alanda çalışmayı düşünmüyordu. CV'lerine üniversite mezunu yazabilmek, bin lira daha fazla maaş alabilmek için gelmişlerdi üniversiteye.
Üniversitenin var olma amacının meslek erbabı yetiştirmek değil; bilim insanları, uzmanlar yetiştirmek olduğunun farkında değillerdi.

Kendisi de farksızdı. Nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Sürükleneceği bir nehir seçebilmişti kendine, akıntı onu nereye götürecek hiçbir fikri yoktu. Kıyıya yüzebilir miydi? Belki. Peki yüzmek istiyor muydu?
Hiçbir fikri yoktu.

Nehrin dışında ne var bilmiyordu. Akıntının kendisini bir yere götüreceğinden emindi. Yolun sonunda kayalıklara da çarpabilirdi, istediğinin bile farkına varmadığı bir kıyıda da bulabilirdi kendini. Yüzmeye devam etmeliydi. Dışarıdaki dünya yozlaşmıştı, hastalıklıydı. Orada var olabilmenin yolu şu anda çırpındığı nehirden geçiyordu. Gerçi üniversitenin onları bu hastalıklı yaşamdan koruduğu falan yoktu. Yozlaşma üniversitelerin de etrafını sarmıştı.
Mesela artık rektörler seçilmiyor, makam sahipleri tarafından atanıyordu. 15. Yüzyılda bile bazı üniversitelerin rektörleri öğrenciler tarafından seçiliyordu. Öğrenciler nation denilen 4 ayrı gruba ayrılıyor ve bunların liderleri rektör yanında yönetime katılıyordu. Asıl yönetim psikoposluğun gönderdiği Kançı denen kişilere ait olmasına rağmen öğrencilerin yönetimdeki payı şimdiye göre daha fazlaydı.
Üniversiteler boş binalardan ibaret değillerdi. Köklü üniversiteler kültürleriyle var olurlardı. Ruhları vardı, kapısından girdiğiniz anda hissederdiniz o ruhu. Şimdi ise durum farklıydı, var olduğunu bilseniz de hissetmek artık o kadar kolay değildi. Bir ürperti geçerdi belki içinizden, ruh emicilerin ulaşamayacağı kırıntılar vuku bulurdu kalbinizde.
Bu ruhu emmek için tüm güçleriyle çalışan yeni yönetimlerin nedense artık hiçbir şeye "bütçesi" de yoktu. Kampüsler arası arabalar iptal ediliyor, etkinlikler yasaklanıyor, kampüs içerisindeki esnaftan daha fazla para alabilmek için kırk takla atılıyordu. ODTÜ'de Bahar Şenlikleri "bütçe sıkıntısı" nedeniyle iptal edilmeye çalışılmış, bağışlar toplanıp gönüllü sanatçılar toplanınca ise DEVRİM stadı ellerinden alınmaya çalışılmıştı. Bunlar üniversitelerin son çırpınışlarıydı, hissediyordu. Öğrencilerin kalpleri üniversitelerin ruhlarını beslemeye çalışsa da can çekişiyordu üniversiteler. Kurtarmak gerekiyordu, ellerindeki her şeyle vursalar da, yok etmeye çalışsalar kurtarmak gerekiyordu. Ne olursa olsun o ruh korunmalı, yozlaşmış düşünceler kovulmalıydı.

Modern İnsanın Yaşam Sevgisi

Modern insanın en büyük uğraşıdır hayatı sevmek, sevmek için nedenler bulmaya çalışmak. Hayatı sevmek için yıllarca okula gider, iş edinir, ...