Fridwolf
Hasatların durduğu, toprağın kuruduğu soğuk bir kış gecesiydi. Kasaba halkı handa aylaklık ediyor, midelerine inen baharatlı bir şarabın
keyfini çıkarıyordu. Zaten son zamanlarda edinebildikleri en büyük eğlence, bir
bardak içki ve matrak bir dostun ahbaplığıydı. İçkinin bulunduğu ama matrak bir
dostun ahbaplığına hasret kalındığı bu hanın kapısında yaşlı bir adam
dikiliyordu. Ellerine baktı adam, titremelerinden nefret ediyordu. Sabit
tutabilmek için büyük bir çaba harcadı. Unutulmaya yüz tutmuş; lakin eskidikçe silikleşmiş anıları geldi gözünün önüne, gözyaşlarını sildi. Beyaz saçlarını
karıştırdı, bir kez daha dik durmak için kendini zorladı, gittikçe eğrilen
omurgasına lanet etti. Hanın eski demir kapısını ittirdi ve içeriye adım attı.
“Köyün delisi” diye bildikleri adamın metal ayakkabısının tahta zemine vurduğunda
çıkan tanıdık sesi duyan köylüler gözlerini kapıya çevirdi. Köyün Delisi ağzı
kulaklarına varırcasına sırıttı ve sıkılmış görünen gruba doğru ağırlığını bir
o yana bir bu yana vererek yürüdü. Ara sıra yanlarına oturduğu grup, kart
oynamaktan sıkılmıştı ve bezgin bir görünüm sergiliyordu. Köyde “Kasap Ambrose”
diye bilinen adam, delinin masalarına yaklaştığını gördü. Gür bir kahkaha attı
ve bağırdı.
“Deli de buradaymış! Gel, bize bir hikâye anlat. Eğer bu asık yüzlere birer
gülümseme koymayı başarırsan-” gözleriyle masadaki beyleri işaret etti. “Belki
sana bir çorba parası verebilirim.”
Gülerken kocaman bir topa benzeyen göbeğini kaşıdı. Bazen kaba bir adam olsa da
kabalığı neşesinin içinde kaybolup gidiyordu. Ambrose, bir kasabın tüm
özelliklerini taşıyordu. Uzaktan attığınız küçük bir bakış bile ne iş yaptığını
anlamaya yeterdi. Sürekli et yediği için olgun bir elma gibi sürekli kırmızı
yanakları ve bir zamanlar beyaz olduğu anlaşılan, yer yer kan lekeleriyle
kaplanmış olan, hiç çıkarmadığı bir önlüğü vardı. İşler kesat olsa bile o hep
mutlu olur, etlerin içinde yaşamak hayatının anlamıymış gibi davranırdı.
Deli, köy içinde anlattığı hikâyelerle bilinirdi. Köyün içinde dolanır ve
herkese anlamsız hikâyeler anlatırdı, anlattığı hikâyeler de bir garipti. Sanki
hepsini kendi yaşamış da şimdi anılarını anlatıyormuş gibi davranırdı. Başkasının
yaşadığı bir olayı onun ağzından duymak mümkün değildi. Deli diye çağırılmaya
da alışmıştı burada, bu yüzden yüzündeki gülümseme bir an bile bozulmadı. Diğer
masadan boş bir sandalye çekti, sandalyeyi ters çevirerek üstüne çıktı. Herkesi
görebildiğine emin olmak için birkaç kere sağına soluna baktı. Kendisine laf
atan Ambrose’nin sözlerine küçük bir kahkahayla karşılık verdi ve konuşmaya
başladı.
“Sevgili dostlarım, sizlere asla
unutmayacağınız bir hikâye anlatmak üzereyim. Kulaklarınızı açın, bazılarınız
daha önceden duymuş ve hatta birilerine anlatmış bile olabilir ama henüz bu
halini dinlemediğinize adım gibi eminim. Kulaktan dolma bilgilerinizi çöpe
atın, şimdi gerçek bir hikâye dinleyeceksiniz.”
Onun bu girişine alışkın olanlar gülümsemekle yetinirken, handakilerin bir
kısmı pür dikkat deliyi dinlemeye başladı. Oyun oynayanların bile bir kulağının
kendisinde olduğunu anlayınca hikâyesine başladı.
“Ah, mükemmel bir sabahtı. Kuşların
cıvıltısı kulaklarımda dans ederken, gözlerimi gün ışığının aydınlattığı yeni
açan selase çiçeklerinden bir an olsun alamıyordum.” Etrafına baktı, bir
iki dakika boyunca sessizlik içinde bekledi. Hana ölüm sessizliği hâkimdi, zira
handakiler biri konuştuğu anda delinin hikâyesini yarım bırakıp gideceğini
biliyordu. Bazen Deli onları rahatsız etse de köyün neşesini Deli’nin
sağladığının herkes farkındaydı. Köylülerin sabırsız bakışları ağırlaşmaya
başlayınca Deli de hikâyesine devam etti.
“Ama o sabaha mükemmel dememin asıl nedeni
bunlar değildi tabii. Projemi bitirmek üzereydim.” Muzipçe gülümsedi.
“Vera’nın, bu diyarların en şanlı
krallığının kralı olarak her gün yaptığım sıkıcı ve sıradan işlerim vardı.
Kıtlıktan bahsedip duran çiftçileri, kötü giden aptal bir savaştan dolayı
sızlanan komutanları dinlemek zorundaydım. Sizi bunlarla sıkmayacağım tabii ki.
Size işin ilginç tarafını anlatacağım.” Etrafını hafifçe kolaçan edip hikâyesine
devam etti.
“Sadece bir kral değildim. Ben ki,
kölelerin zincirlerini kırandım. Ben ki, en cesur kahramanların gün ışığında
adını ağzına almaktan korkacağı yaratıkları gecenin karanlığında öldürendim.
Ben ki, bu diyarın adaletinin koruyucusuydum. BEN MUHTEŞEM FRIDWOLF’dum. Henüz
sadece otuz iki yaşındaydım ve bu diyarların gördüğü en iyi bilim adamıydım. Zeki
bir bilim adamı ve bilge bir kral olarak, bitmek bilmeyen savaşın ve son birkaç
nesildir süregelen amansız kıtlığın arkasındaki gerçek sebebin farkındaydım.
Nüfus, olması gerekenden çok daha fazlaydı ve dünyamızın kaynakları yetersiz
geliyordu; bunun sonucunda da insanlar açlıktan kırılıyor, krallıklar arası
savaşlar patlak veriyordu. Tek çözüm nüfusu bir şekilde dengelemekti. Seçeneklerimi
uzun uzun değerlendirdim. Uğraşlarımın sonunda, hiç istemesem de bir soykırımın
gerekli olduğuna karar verdim, lakin alışılmışın dışında olarak, benim
soykırımım herhangi bir ırkı ya da topluluğu hedef almayacaktı, yani
soykırımımın hedefi bir soyu yok etmek değildi. İnsanlar rastgele olarak bir
ırkta veya bir toplulukta doğmuştu, bu durumda rastgele ölmeleri en doğrusuydu.
Sadece belirli bir genin varlığında aktifleşen bir zehir yarattım. Hesaplarıma
göre Dünyanın sadece %60’ı bu geni taşıyordu. Planım mükemmeldi, zira insanlar
her zaman olduğu gibi bu ölümlerin fani bir nedeni olduğunu düşünmek yerine,
biraz da teşvikle tabii, Doğa Ana’nın onları cezalandırdığına inanacak ve
kendilerine çeki düzen vermek için uğraşacaklardı. Hepimizi kurtarmama ramak
kalmıştı, ama anlamadılar. Hiçbir zaman anlamadılar.”
“Zehri oluşturmaya çalıştığım süre içinde bazen günlerce laboratuvarda
kalıyordum. Uzun saatler laboratuvarıma kapanmak, sarayımdaki dedikoducuları
rahatsız etmişti. Sürekli benim hakkımda bir şeyler uydurup arkamdan atıp
tutuyorlardı. Halkımın büyük bir kısmı kara büyüyle uğraştığımı, bu sayede kral
olduğumu ve şu anda da tüm krallığın kara büyü kullanımımın cezasını çektiğini
düşünüyorlardı. Ne kadar aptaldılar, ne kadar cahildiler.”
Hancı içkileri tazelerken Deli sessizliğini korudu. Hancıya göz ucuyla baktı ve
içinde büyüyen acıma duygusunu bastırmaya çalıştı. Hancı, nesillerdir süregelen
kıtlığın sonucunda fakir bir köylünün ekonomik olarak bir tık üstündeydi sadece.
Fiziksel olarak da pek şanslı değildi, ir kadının ilgisini cezbetmek için
oldukça çirkin olan hancı hiç evlenmemişti ve ileride de bir aile kurma fırsatı
olacak gibi de durmuyordu. Bir bolluk döneminde yaşamış olsaydı eğer, ticaret
yolu yakınında olan bu köyde küçük baronlar kadar zengin olabilirdi ama işte,
hayatının her noktasında şanssızdı zavallı adam. Deli, Hancıya gülümseyerek göz
kırptıktan sonra sözüne devam etti.
“Laboratuvarımda projemin son kontrollerini
yaparken kapıma gelen şiddetli darbenin sesiyle irkildim. Özel gardiyanlarımdan
dört tanesi kapımın önünde dikiliyordu. Duruşları, saldırgan olduklarını lakin
benden korktuklarını açık ediyordu. Bu günün geleceğini biliyordum, iç çektim. Hafifçe
gülümsedim, halkımdan, kanımdan da olsalar karşıma çıkmaya cüret etmiş olmaları
beni keyiflendiriyordu. Biri öne çıktı ve bağırdı. “Seni ve tüm krallığı
seyyiat ile dolduran büyünü artık burada istemiyoruz. Bu krallık senden
yeterince çekti. Eğer kendine ve bu topraklara biraz saygın varsa şimdi çeker
gidersin. Yoksa...” Gözlerim kararmıştı, birkaç saniye önce içimi dolduran
keyif bir anda öfkeye dönüştü. Dedikoducu aptalların hakkımda düşündüklerini
umursamıyordum fakat kendi gardiyanlarımın da o iğrenç dedikodulara inanması
sabrımı taşırmıştı. “YOKSA NE?” diye bağırdım ve masamın kenarındaki kılıcımı
tek hareketle kınından çıkardım. Gardiyanlarım, cevaplarını kılıçlarını çekerek
verdiler. Dikkatli adımlarla yaklaştılar. İki tanesi sağ ve sol çaprazıma, iki
tanesi de sağıma ve soluma geçti. Saldırıya geçmek istiyorlar ama kimin hamle
yapacağına karar veremiyorlarmış gibi bir halleri vardı. Onları seçim yapma
zahmetinden kurtarmak için ilk hamleyi ben yaptım. Arkamda kalan masaya sert
bir tekme attım, masanın üstünde ağzı açık duran cam şişenin içindeki asit
sağımdaki askerin ayağına döküldü, asit zırhı eritecek kadar kuvvetli olmasa da
cahilliğin verdiği korkuyla ayağını çekmeye çalışırken dikkatsiz bir adım attı.
Geriye attığı adım yerdeki takoza takıldı ve sendelediği anda üzerine atılarak
kol zırhı ve göğüs zırhının birleşim noktasındaki açık kalan bölgeye iki elimle
tuttuğum kılıcımı sertçe sapladım. Kılıcım askerin arkasındaki duvarın soğuk
taşına çarptığı anda hızla geri çektim ve bana doğru atılan, az önce sağ
çaprazımda, şimdi ise tam karşımda bulunan gardiyanıma doğru hilal çizecek
şekilde kılıcımı savurdum. Kılıç adamın boğazını parçalarken sol ayağımı sağ
ayağımın hizasına çektim ve az önce solumda kalan gardiyanımın saldırısını savuşturdum.
Karşımda iki kişi kalmıştı artık, çocuk oyuncağıydı. Birkaç saniye sonra yerde
benim armamı taşıyan, dört ceset vardı; dördü de günahsız, aptal çocukların
cesetleriydi. Kanları kılıcımın ucundan damlarken onlar için yas tuttum, dua
ettim.
Arbedenin etkisiyle ter içinde
kalmıştım, antrenmansız bıraktığım vücuduma lanet ettim. Masaya vurduğumda yere
düşen sandalyeyi kaldırıp biraz dinlendim. Ne yapmam gerektiğini, halkın bana karşı
tutumunu bilmiyordum ama kendi gardiyanlarım bile karşıma çıkabildiyse,
halkımın ve ordumun da karşıma çıkmasının an meselesi olduğunu düşünüyordum.
Onları suçlamıyordum, sadece kendimi kendi ellerimle koyduğum vahim durumun
farkındaydım. Kendi sarayımdan, evimden kaçmak zorundaydım. Ülkemi terk etmek
zorunda kalmıştım, hayatımı adadığım ülkemi. Ne kadar istemesem de gerçeklerle
yüzleşmem gerekiyordu. Sarayın gizli patikalarını kullanarak dakikalar içinde
halka karıştım. Bana yapılan bu suikastın arkasındakiler laboratuvarıma girip
cesetleri bulana kadar ben surların dışına çıkmıştım bile.
Beş gün boyunca durmadan seyahat ettim, ürettiğim
zehir ile ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalıştım. Hayatımda birçok dönüm
noktası yaşamış, birçok zor karar vermiştim lakin en meşakkatlisi bu olmuştu. Uzun
yürüyüşümün sonunda bir karara vardım. İnsanlık, kurtarılmayı hak etmiyordu.
Onlara bu ayrıcalığı vermeyecektim. Eğer hak ettikleri şey kendi pisliklerinde
boğulmaksa, boğulacaklardı. Sonunda bir karar verebilmiş olmanın rahatlığıyla
birkaç saat dinlendim ve kararımı sindirmeye çalıştım. Aylardır verdiğim tüm
emekleri çöpe atmak üzereydim. Küçük molamın ardından tekrar yola çıktım.
Yeterince uzaklaştığımı düşünürken orta halli bir köy ve biraz uzağındaki küçük
gölü gördüm. Elimi yüzümü yıkayıp biraz su içmek için durduğumda, kendi
yansımamla göz göze geldim. Tanıyamadığım bu adamın saçları benim gür,
kahverengi saçlarım değildi, ılık bir kış gününde düşen bir kar tanesi kadar
beyaz ve seyrekti. Gözleri benim enerjik, güçlü gözlerim değil; yaşlı ve yorgun
bir adamın gözleriydi. Şaşkınlıktan afallamış bir şekilde kafamı kaldırıp
yaklaşan sese kafamı çevirdim.
“Hey geri zekâlı, ne yapıyorsun orada?”
Küçük bir oğlandan gelen bu sözler şaşkınlığıma şaşkınlık kattı. Yaşlı
göründüğümün farkındaydım, ama bir geri zekâlı gibi de gözükmediğimi
düşünmüştüm. Çocuğun gördüğü adamı tanıyabilmek için yansımama tekrar baktım,
karmakarışık saçlarım ve boş bakan gözlerimin gerçekten de bir geri zekâlıyı
andırdığını fark ettim. Bir çocuğa güvenmeyecektim de kime güvenecektim? O an,
gerçekten de bir geri zekâlıyı, deliyi oynamam gerektiğini fark ettim. Kimse
tarafından fark edilmeden, kaçak hayatı sürmeden yaşayabilmemin tek yolu buydu.
Kafamı tekrar kaldırdım ve çocuğun gözlerinin içine baktım. Ağzımı
olabildiğince açarak sırıttım ve çocuğa yaklaşmasını söyledim. Yanıma
geldiğinde çocuğa deli saçması bir hikâye anlattım. O gün bu gündür, o köyün
delisiyim.”
Handaki köylüler donakalmıştı. Kimse sessizliği bozmaya cesaret edemiyor,
köylüler nefes bile almıyordu. Ambrose soru sormak için ağzını açtıysa da o
anda Köyün Delisi bir kahkaha koyuverdi. O kadar şiddetli güldü ki Vera Kralı
bile kulağını tıkamak zorunda kaldı.